Çok yaşlanmıştı.
Hatırlı bir servet ile mesleğini
bırakmış; orta çağ sarayı gibi evinden hiç çıkmaz olmuş, gün boyu
kalın kitaplar okumaktaydı.
Bazen tüm gün dört kelime konuşuyor,
bakıcı kadınıyla sadece gözleri ya da ağır ağır salladığı başıyla
iletişim kuruyordu. Müthiş bir ilaç programı altında, çizgi, çizgi,
çizgi olmuş kireç gibi, ama her sabah tıraş edilmiş suratıyla
penceresinden bakıyordu.
Bazen telefonu çalıyordu.
Kimi zaman torunu arıyor:
- Dedeciğim; Paris’e gidiyorum,
hesabıma para gönder, öptüüm… diyor;
o da hafif aralanmış dudaklarıyla:
- Tabii canım; ne kadar??
diye soruyordu.
Bazen de kızı arıyor; kocasının yine
nasıl battığını anlatıp, yine destek çıkmasını istiyordu. Sanki
sonsuza kadar giden çizgi, çizgi, çizgi suratındaki aynı donuk
ifadeyle:
- Tabii kızım; ne kadar?? diye
soruyordu.
O sırada içeri girmiş bakıcı kadın
Şaziye'nin
afacan oğlundan, nefes nefese çamurda yaptıkları maçta, röveşatayla
attığı golü dinlerken yüzü aydınlanıyor - Şaziye
çocuğunu:
-Rahatsız etme amcayı!.. diye kapıp
uzaklaştırmaya çalışırken, elleri rop de şambırının cebinde tok bir
sesle:
- Bırak; kalsın!…
diyordu.
Afacanın gollerini dinlerken gözleri
parlıyor, sanki hayali bir topa kafa vurur gibi yerinden kalkıyordu.
- Al oğlum, kendine yeni
bir krampon al… diye afacana yirmi yeni krampon alabileceği parayı
uzatıyordu.
Gözleri çizgi gibi, altları daha bir
torba, torba, torba olmuşken evin öteki ucundan gelen telefon:
“yemeğe gelip gelmeyeceğini” soruyor, o da tek kelimelik bir
fısıltıyla yanıt veriyordu:
- Gelmiyorum!...
** ** **
Ve telefonu çalıyordu.
Ama ekranda herhangi bir numara
görünmüyordu.
Daha “Alo” diyemeden, karşı taraftan
boğuk, son derece derinden gelen, ama nefes nefese küfürler
duyuluyordu.
Çook uzaklardan gelen ses söverken,
sanki asırlar önce kaldığı yerden devam edermiş gibi, o da küfür
etmeye başlıyor,
yerinden fırlamış, kıpkırmızı suratıyla
odada bir duvardan ötekine hızlı hızlı yürüyor,
elini kolunu hararetle sallaya sallaya:
- Seni şöyle yaparım, seni böyle
yaparım!… diye tehditler savuruyordu.
Boynundaki, alnındaki damarlar şişmiş,
nabzı yükselmişti. Sol koluna giren ağrıyı, göğsünün üzerinde kamyon
durur gibi baskıyı bile fark etmemişti.
Şaziye önce donup kalmıştı.
Onlarca yıldır onu hiç böyle görmemişti. Önce panikle:
- Beyefendi, i-iyi misiniz??...
diye bağırmıştı.
Ama oradan oraya küfürler ederek
koşuşturan yaşlı adam başkasını duyamazdı.
Şaziye hemen evin öteki ucundaki karısına
koşarken, o sırada para alacak bohça gibi damat da eve varıyordu.
Odaya girdiklerinde beyefendi elindeki
telefonu sımsıkı tutmuş sırtüstü yerde yatıyor,
ter içinde, gözleri kapalı, başını
sağa, sola döndürerek küfürler ediyordu.
Damat türkü söyleyerek rehberde
doktorun telefon numarasını ararken, vefakar bakıcı bir yandan koca
çınarın kravatını gevşetiyor, bir yandan da elinden bırakmadığı
telefonun ekranına bakıyordu.
Son arayan numara hanımefendininki
görünüyordu;
ekranın camı ise çatlak, sanki taş
atılmış gibi duruyordu.
Derken fısıltıya dönüşmüş küfürler
kesiliyordu.
Önce korkunç bir sessizlik,
ardından da beyefendi’den huzur içinde
iki kelime duyuluyordu:
- Geliyorum oğlum…
Sonsuz maç başlıyordu…
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
(PowerPoint sunum olarak:
http://www.ergir.com/2008/bir_kis_masali.pps ) |