BİR KIŞ MASALI

 

 

 

Yine Pazar sabahının köründe camına taş atılmıştı.

 

Yalçın gelmişti; asistanlar arasında her Pazar sabahı yaptıkları maça götürecekti, ama önce mercimek çorbası içeceklerdi.

 

Cama atılmış taşa uyanmış sinir içindeki karısının yanından camdan kafasını uzatıp, feci uykulu bir sesle aşağıya sesleniyordu:

 

- Geliyorum oğlum…

 

** ** **

 

Tangır tungur sarı Vosvos’la, teybin sesi sonuna kadar açıkken yine Hacettepe’nin spor salonuna gidiyorlardı. Mete topu ayağına alıp, herkesi soldan soldan ipe dizer gibi dizecek, Tunç adrese teslim ortasını yapacak - Yalçın da göğsüyle topu sektirip, Tanju gibi röveşatayla golünü atacaktı.

 

Birbirlerine karşı korkunç bozuktu ağızları; küfürün bini bir paraydı. Ne de olsa ikisi de aynı yaşta ve aynı mahalle ortamlarının sokak çocuklarıydı. Ailecek bir araya geldiklerinde de dayanamayıp ağızlarını tutamıyorlardı. Yaz tatillerinde, yılbaşı gecelerinde, yaş günlerinde birbirinden özgün, muhteşem tehdit senaryoları uyduruyorlardı; karıları da artık bu abuk tuluata alışmıştı.

 

Teki plastik cerrah, ötekisi de ortodontist olmuştu; ama akla hayale gelmeyecek senaryolu küfürleşmeleri durulmamıştı. Artık babalarının yanında bile birbirlerine küfür ediyorlardı. Önce durumu garipseyen baba, artık bu direklerarasını kahkahalarla izlemeye başlamıştı.

 

Yoğun hasta baktıkları, nefes alamadıkları durumlarda ilk boşlukta birbirlerine telefon açıp ağır küfürler ediyorlar, eğer ikisinin de hastası yoksa ellerini kollarını salaya sallaya dakikalarca tehditler üretip, gözlerinden yaşlar gelinceye kadar gülüyorlardı.

 

Hele o sırada tekinin hastası varsa ve son derece kibar konuşmak zorunda kalıyorsa, ötekisi coştukça coşuyordu.

 

Telefonun çalmadığı günler büyük bir eksiklik duyuluyor, çaldığı anda ise otomatik olarak küfürleşme başlıyordu.

 

O an, oracıkta uydurulmuş senaryolarla atışmalarına gülen babalarının yerini, kocaman olmuş kızları alıyor;

 

yıllar tren camlarındaki telgraf direkleri gibi geçiiip gidiyordu…

 

** ** **

 

 

 

Çok yaşlanmıştı.

 

Hatırlı bir servet ile mesleğini bırakmış; orta çağ sarayı gibi evinden hiç çıkmaz olmuş, gün boyu kalın kitaplar okumaktaydı.

 

Bazen tüm gün dört kelime konuşuyor, bakıcı kadınıyla sadece gözleri ya da ağır ağır salladığı başıyla iletişim kuruyordu. Müthiş bir ilaç programı altında, çizgi, çizgi, çizgi olmuş kireç gibi, ama her sabah tıraş edilmiş suratıyla penceresinden bakıyordu.

 

Bazen telefonu çalıyordu.

 

Kimi zaman torunu arıyor:

 

- Dedeciğim; Paris’e gidiyorum, hesabıma para gönder, öptüüm…   diyor;

o da hafif aralanmış dudaklarıyla:

 

- Tabii canım;   ne kadar??   diye soruyordu.

 

Bazen de kızı arıyor; kocasının yine nasıl battığını anlatıp, yine destek çıkmasını istiyordu. Sanki sonsuza kadar giden çizgi, çizgi, çizgi suratındaki aynı donuk ifadeyle:

 

- Tabii kızım;   ne kadar??   diye soruyordu.

 

O sırada içeri girmiş bakıcı kadın Şaziye'nin afacan oğlundan, nefes nefese çamurda yaptıkları maçta, röveşatayla attığı golü dinlerken yüzü aydınlanıyor  -  Şaziye çocuğunu:

 

-Rahatsız etme amcayı!..   diye kapıp uzaklaştırmaya çalışırken, elleri rop de şambırının cebinde tok bir sesle:

 

- Bırak;   kalsın!…   diyordu.

 

Afacanın gollerini dinlerken gözleri parlıyor, sanki hayali bir topa kafa vurur gibi yerinden kalkıyordu.

 

- Al oğlum,   kendine yeni bir krampon al…   diye afacana yirmi yeni krampon alabileceği parayı uzatıyordu.

 

Gözleri çizgi gibi, altları daha bir torba, torba, torba olmuşken evin öteki ucundan gelen telefon: “yemeğe gelip gelmeyeceğini” soruyor, o da tek kelimelik bir fısıltıyla yanıt veriyordu:

 

- Gelmiyorum!...

 

** ** **

 

Ve telefonu çalıyordu.

 

Ama ekranda herhangi bir numara görünmüyordu.

 

Daha “Alo” diyemeden, karşı taraftan boğuk, son derece derinden gelen, ama nefes nefese küfürler duyuluyordu.

 

Çook uzaklardan gelen ses söverken, sanki asırlar önce kaldığı yerden devam edermiş gibi, o da küfür etmeye başlıyor,

yerinden fırlamış, kıpkırmızı suratıyla odada bir duvardan ötekine hızlı hızlı yürüyor,

elini kolunu hararetle sallaya sallaya:

 

- Seni şöyle yaparım,   seni böyle yaparım!…   diye tehditler savuruyordu.

 

Boynundaki, alnındaki damarlar şişmiş, nabzı yükselmişti. Sol koluna giren ağrıyı, göğsünün üzerinde kamyon durur gibi baskıyı bile fark etmemişti.

 

Şaziye önce donup kalmıştı. Onlarca yıldır onu hiç böyle görmemişti. Önce panikle:

 

- Beyefendi, i-iyi misiniz??...   diye bağırmıştı.

 

Ama oradan oraya küfürler ederek koşuşturan yaşlı adam başkasını duyamazdı.

 

Şaziye hemen evin öteki ucundaki karısına koşarken, o sırada para alacak bohça gibi damat da eve varıyordu.

 

Odaya girdiklerinde beyefendi elindeki telefonu sımsıkı tutmuş sırtüstü yerde yatıyor,

ter içinde, gözleri kapalı, başını sağa, sola döndürerek küfürler ediyordu.

 

Damat türkü söyleyerek rehberde doktorun telefon numarasını ararken, vefakar bakıcı bir yandan koca çınarın kravatını gevşetiyor, bir yandan da elinden bırakmadığı telefonun ekranına bakıyordu.

 

Son arayan numara hanımefendininki görünüyordu;

ekranın camı ise çatlak, sanki taş atılmış gibi duruyordu.

 

Derken fısıltıya dönüşmüş küfürler kesiliyordu.

 

Önce korkunç bir sessizlik,

ardından da beyefendi’den huzur içinde iki kelime duyuluyordu:

 

- Geliyorum oğlum…

 

          Sonsuz maç başlıyordu…

 

düş hekimi yalçın ergir  http://www.ergir.com

 

 

(PowerPoint sunum olarak: http://www.ergir.com/2008/bir_kis_masali.pps )