fonda çalan: leylim leylim / fikret kızılok
(gün ola devran döne ’68-’71 kalan müzik)
BİR TATİL DAHA VAAAR (bir gün bile olsa)
- Gel kavun yi…
Ağustos’un 38 derece öğle sıcağında pedal basıyorum Beypazarı yollarında ve emmiler kahveden sesleniyorlar bozkırın ortasında.
Bir lokmada yiyoruz koca kavunu, nerden geliiip, nereye gittiğimi konuşa konuşa.
Var mıdır yalvara yakara vize alınarak gidilmiş diyarlarda, yoldan kan ter içinde geçene bağırıp kavun yemeğe çağırma, ardında da:
- Git şu çeşmeden su doldur, ama azıcık akıtıp soğuk suyun gelmesini bekle… diyerek yardımcı olma?
Anımsıyorum; geçen sene Polatlı yolunda, ayak ayak üstüne atmış kavuncunun, yanından kan ter içinde bisikletle geçerken nasıl ayaklarını düzelttiğini, onun da kavun ikram edişini. Polatlı’daki manavın ise, üzümü nasıl yıkayıp da getirdiğini.
“Yaşandı ve Bitti” yazılı motosikletin az ötesinde kendileri sorup kendileri veriyor “nerelisin?” sorusunun yanıtını:
- Kavun yiyişinden belli deel mi İç Anadolulu olduğu…
** ** **
ÇİŞLİ HAVUZLARIN UZAĞINDA
Canım Anadolu’mun bozkırındayım; terden çay olmuş akıyorum. Bir traktörün yanından geçiyorum, römorktaki çocuklar bağırıyorlar:
- Helloooooo…
- Selaaaam… diye ben de el sallayıp, durup deklanşöre basıyorum.
Bir Mobylette solluyor beni, ne kask, ne de dizlik, Allah’a emanet iki kişi, ikisi de sağa dönmüş gülümseyerek bağırıyorlar:
- Hellooo; hellooooooo…
Neredeyse bütün kamyoncular korna çalıyorlar yanımdan geçerlerken. Kim bilir onca tonu sırtlamış nereden geliiip, nereye giderlerken yolda çantasını sırtlamış kan ter içinde bir bisikletli gördükleri zaman neler hissediyorlar?
Bize özgü masumiyet hala var. Üç kış önce motorumla çamura saplandığında üstü başı batarak halatla ve gönülle çamurdan çekip çıkaran kamyoncular değil mi bunlar?
Hep mi iyi insanlar çıkıyor karşıma, yoksa insanlar hep iyi mi oluyorlar yanımda?
Sanki sonsuz olimpiyatların hazırlığı bu, bisikletin çalışmasından çok üstündekinin çalışması önemli; basıyorum pedallara Susuz Yaz’ın Anadolu’sunda.
Yalnız Ağaç’ımın önüne geliyorum ve o rüzgarlı tepeye tırmanmak için bisikletim Kalender’i tarlanın biricik ayçiçeğine bağlıyorum.
Aslında buralarda, yani “gel kavun yi” diyarında hırsızlık olabileceğine inanmıyorum. Zaten insanlara hep kayıtsız şartsız güveniyorum
ve güvenenin başına, güvenmeyenden daha az şey geldiğini, esirgenmemiş, ön yargısız sevginin eninde sonunda asla üzmeyeceğini, niyetler bozuk olunca, en sağlam kilitlerin para etmeyeceğini çok iyi biliyorum.
Ağacımın yıllardır ilk defa bu sene meyve verdiğini görüyorum.
Ona sarılıyor, suyumdan verip yine aşağılara, bekçi Ayçiçeği İdris’in yanına dönüyorum.
Ve nihayet oflaya pofluya, susamış bir Beypazarı Kurusu gibi Beypazarı’na varıyorum.
İlk iş olarak Kalender’i elimden gelse benim de dalacağım bir soğuk duşa -
ardından dönüş yolu için Beytaş otobüsünün bagajına atıyorum.
Yol boyu en arkada polis Osman’la sohbet ediyordum. Yakında emekliye ayrılacağını, Güdül yakınlarındaki Sorgun’un orman köyünde küçük bir ev yapacağını, bir eşek, bir de Kara İnek alacağını dinliyorum. Kara İnek’in yerli olduğunu, hiç üzmediğini, kendi kendine gidip otlanıp, geri geldiğini, günde en az üç litre süt verdiğini - ki bunun onlara zaten yeteceğini dinliyorum.
Ben bu ülkeyi, bu ülkenin insanlarını, bu ülkede yaşamayı çok sevdiğimi, kolonya dökülen bir otobüsün arkasında yine hissediyorum.
Ve ağacımın meyvesinden ikram ederken Osman’dan yıllardır Ahlat olarak bildiğim ağacın Çitirik – yani Menengiç Ağacı olduğunu, Ayvacık Mahallesi’ndekilere Şam Fıstığı aşılandığını, kahvesinin de nefis olduğunu öğreniyorum.
Muavin Gökhan’ın parmağında kocaman tuğralı yüzük, ona da bisiklet yolculuklarını anlatıyorum. Torpilliyim, buz gibi kola ikram ediliyorum.
** ** **
BİR TATİL DAHA VAAAR
Geçenlerde bir yandan hastama – yani dişleri telli turnama bakıyor, bir yandan da babası Cemal Bey’le sohbet ediyorum.
Karısı ve çocuğunun Ankara’da kalması gerektiği bir dönemde tek başına bir tatile gidecek ve benden bir öneri bekleyen Cemal Bey’in orta halli bir bisikleti olduğunu öğreniyorum ve:
- Atın bir otobüsün bagajına, gidin Orta Karadeniz’in bir sahil kasabasına, başlayın pedallara basmaya. Beldeler şirin ve birbirine yakındır; nereye kadar yeterse gücünüz o gece o kasabada kalın. Ertesi sabah mis gibi ekmek kokusuyla uyanırsınız. Zorla verirsiniz içtiğiniz çayın parasını. Yolda süskun mandalar çıkarsa karşınıza, çın çın basarsınız bisikletinizin çıngırağına. Hele rampa aşağı bir allı turna gibi süzülüyorsanız: “çekiliiin” diye bağırırsınız avazınız çıktığınca. Arada benzinciye girer, 1 liralık yakıt, yani 2 pet şişe su alır, devam edersiniz yollara.
Gücünüz tükenir, ya da bisikletiniz su koyuverirse atarsınız bir otobüsün bagajına, gidersiniz gönlü zenginlerin erik ya da buz gibi ayran ikram edeceği başka bir sahil kasabasına.
Ala şafakta pusuyum Asi dağlar delisiyim Ve yürekler dolusuyum Anadoluyum Döner misin?
der Ahmet Arif dizelerinde.
Ala şafaklarda Anadolu bekler sizi.
(geçen senelerden)
(geçen haftalardan)
** ** **
Ne “yaz”ınız bitsin, ne “yazı”nız ertelensin.
İşlesin ve ışıldasın kaslarınız, yüreğiniz, bisikletiniz; sevdiğinizle, ya da yalnız, zorlu yollara düşeceksiniz.
Sevdiğiniz gelmeyebilir; geleceğin de gelmeyebileceği gibi.
Bu yüzden asla demeyin: “ileride belki…”; yaşamın her alanında ya “hiç”, ya da “hemen şimdi…”
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
(allı turna Cemal Bey’in dönüşte anlatacaklarını merakla beklerken; diş hekimi Fikret Kızılok’u rahmet ve özlemle anarken) (bu yazının powerpoint sunumu: http://www.ergir.com/2008/bir_tatil_daha_var.htm adresindedir)
|