21 Şubat 2008

 

02:30 - 05:30 arası.

 

Beypazarı Yolu - Gelin Kayası Mevkii.

 

Ayaz;

 

önce sadece ay ışığı,

ay kararınca ortaya çıkan yıldızlar.

 

Uzaklardan gelen köpek sesleri, yırtıcı kuş çığlıkları.

 

Karanlıkta tripodlarını açmış iki adam;

sabaha kadar geçen toplam iki araç farı.

 

Muazzam bir ıssızlıkta,

doyulmaz bir ay tutulması...

 

 

 

 

 

DÜNYANIN GÖLGESİNDE

 

 

Uyku göreceli bir kavramdır.

Uykudan ölebilirsiniz çok sıkıcı birisinin yanında;

ya da zerre kadar ilginizi çekmeyen bir sohbet sırasında.

 

Ama cin gibi de olabilirsiniz, sevdiğiniz birisiyle yolculuğa çıkacağınız yoğun bir günün akşamında,

ya da bitmesini istemediğiniz anlarda, ya da heyecanla beklediğiniz,

örneğin sabaha karşı gerçekleşecek bir Ay Tutulması'nda.

 

Dün gece bu sabaha bağlanırken, 02:36'da başlayacaktı tutulma.

05:01'de "tam" tutulacak, ardından gökyüzünü Güneş'e bırakacaktı.

 

Ya rüyamda görecektim bu tutulmayı, ya da düşüp Beypazarı yollarına,

Yalnız Ağaç'ımın dibinde tanık olacaktım bu muhteşem ışık oyununa.

 

Bilge dostum Mehmet Ertüzün'e telefon ettim:

 

- Gece 01:30'da gelip seni alsam beraber gider miyiz?

 

- Gideriz; çağırmasaydın alınırdım...

 

Yoğun bir çarşamba günü geçirmiştim; hatta sabah erken kalkıp spor da yapmıştım; ama 16 Ağustos'ta gerçekleşecek, hem de "parçalı" olacak ikinci Ay Tutulması'nı bekleyemezdim.

 

Sandviçlerimiz hazırlanmıştı; gece ıssızı Bülten Sokak'tan bilge dostuma doğru yola çıktım.

 

 

Bahçelievler'e kadar Ay'ı görememiştim. Yolda birisini görsem yanına yanaşıp yol sorar gibi:

 

- Affedesiniz; Ay ne tarafta acaba??  diyebilirdim.

 

Derken bulutlar dağılmış, aydınlık yüzüyle benzincide çıkmıştı tepemize.

 

 

Eryaman, Sincan, Ayaş...  ıssızlığa, karanlığa, sessizliğe doğru gidiyorduk. Hani "düşlerinizin peşinden gidin" derler ya; galiba biz de öyle yapıyorduk.

 

Bir yandan "bütün gece" çalacak Pink Floyd'u dinliyor, bir yandan da öğrenci işi - trenle gidilmiş, beş parasız dönülmüş seyahatleri konuşuyorduk. Öyle keyifle dinliyordum ki dostumu, hiç uykum gelmeden Verona'ya kadar gidebileceğimi hissediyordum. "Keşke Burada Olsaydın" derken Pink Floyd, "biz sadece balık kavanozunda yüzen, iki kaybolmuş ruhuz..." sözlerini tekrarlıyorduk.

 

At Deresi Mevkii'ni geçip, Gelin Kayası Mevkii'ne gelmiştik. Saat 03:00'e gelirken Yalnız Ağaç'ın az ötesinde tripodlarımızı kuruyorduk.

 

O ayaza rağmen eldiven takamazdık; çünkü bu kadar az ışıkta makine ayarlarıyla, minicik düğmeleriyle sürekli oynayamazdık.

 

Sıcak yataklarımızdan kalkmış, bu karanlığa, bu sessizliğe varmıştık.

Önemliydi görevimiz: Ay'ı tutacak - Dünya'yı kurtaracaktık.

 

Uzaklardan köpek, kimi zamanda yırtıcı kuş sesleri gelirken Ay'ın aydınlık yüzü kararıyor,

bir yandan da aracımızda çalan "Ay'ın Karanlık Yüzü" ruhumuzu aydınlatıyordu.

 

Bütün gece sadece iki araç geçecekti yanımızdan; kim bilir şoförleri bizi gördüğünde neler hissedecek, gaza nasıl korkuyla yüklenecekti?

 

Dünya gölge etmiş, ortalık kararmış, yıldızlar, uydular parlamıştı. Batı yönü istikametinde zemheri ayazına rağmen akarları durmak bilmeyen Kirmir Çayı'nın üstüne çökmüş dağın ardından Dikmen ve Oymaağaç köyleri şavkılanıp birden merhaba deyiverdi bizlere; gökyüzü kararırken, uzak tepelerin kandilleri yanmıştı adeta. Beypazarı tarhanasından yapılmış çorbamız da, çayımız da bitmiş - güneşin sezaryensiz doğum vakti gelmişti.

 

Tutulmuş parmaklarımızla toparlanırken bir hatıra fotoğrafı çekmeli,

 

uyanırken Ankara,

aydan güne(şe) dönmeliydik...

 

düş hekimi yalçın ergir  http://www.ergir.com

 

"oralardan, buralar"