fonda çalan: ederlezi / goran bregovic

 

 

 

PAKET SERVİSİ    (Kapının Öbür Tarafından)

 

 

Şimdi sizlere bir insan hikayesi anlatacağım.

 

Küçük motoruyla Piknik’in paket yiyecek servisini yapan Mehmet Bombacı ile konuşmuştum; o öğlen motorunu alıp, paket servisini ben yapacaktım.

 

Cebimde sipariş listesi, çantada karışık sandviçleri, salataları, plastik çatalları, “light” bile olsa aynı ağırlıktaki Cola’ları, bambaşka sokaklarda 16/4’lere, 9/C’lere, 17/2’lere siparişleri taşıyacak, kapının öbür tarafından:

- Afiyet olsun…   diyerek sıcak naylon torbalar uzatacaktım.

 

Çaldığım kapılarda kimi zaman sert bir:

- Ner’de kaldın?’la karşılaşacak,

kimi zaman da avucumda tek kelime edilmeden konmuş bir elli kuruş bulacaktım.

 

Kimi kapıda bekletilirken içimden muzipçe:

- Azıcık acele etseniz? Hastalarımın randevu saati geliyor… demek gelecek.

 

Kimi kapı da, bahşiş vermeden suratıma kapatılırken ayağımı kapının arasına koyup:

- İnsaf yaa; bu çocukları köle gibi kullanıyorsunuz. Lokantada dört metre öteden iki tabak getiren garsona %10 bahşiş verirken, bu yağmur - çamurda kelle koltukta sıcak yemeğinizi evinize kadar getirene bir kuru teşekkürü bile esirgiyorsunuz…   dememek için kendimi zor tutacaktım.

 

Yolda başka motorlu kuryelerle her karşılaşmada selamlarını alacak, ben de onları kornayla, başımla selamlayacaktım.

 

Öğle tatili olduğu için kapıları kilitli bankaya paket götürdüğümde, kapıyı açan görevli döver gibi:

- Geeeççç!...   derken ödüm kopacak;

 

paket getirince döktürmek için çöplerini veren hanımın sorusunu ise:

- Öteki eleman bugün izinli…   diye yanıtlayacaktım.

 

Bir hafta önce Bilkent Üniversitesi’nde konuşmam vardı ve paket servisinin akşamında “Kariyer Günleri”nin konuşmacılarına verilecek resepsiyonda, ton balıklı sandviç götürdüklerimden birisiyle karşılaşırsam ve:

- Sizi bir yerden gözüm ısırıyor?...   diye sorulmam halinde nasıl yanıt vereceğimin provasını yapıyordum.

 

** ** **

 

Sevgili Mehmet, motorlu kuryecilikte eskilerdendi; yıllardır yedi numarayı tuşlayan parmaklara, kar - kış demeden paket servisi yapmaktaydı. Bana bu işteki birikimini anlatmıştı.

 

Ben çocukken, taksicilerin her dertlerinde birbirlerini müthiş kolladıklarını öğrenmiştim. Ne yazık ki yıllar içinde taksi sayısı bu kadar artınca, insanların maddi değerleri de sistematik olarak bu kadar tahrip olunca, o efsane koruma ve kollamadan eser kalmamıştı.

 

Şimdi ya da şimdilik, motorlu kuryeler birbirini kollamaktaydı. Oradan oraya paket koşturmacalarında, her karşılaşmada selamlaşırlar, birisinin benzini bitse, azıcık gelirlerine bakmadan kendi benzinlerinden takviye yaparlardı. Yolda motoru bozulan olursa, o paketi soğumadan götürecek bir kurye mutlaka çıkardı.

 

Genellikle 125 cc’lik küçük motorları her şeyleriydi. Ne yazık ki bu motorlar kolaylıkla çalınmakta ve bir daha da bulunamamaktaydı. Mehmet bir gün dondurma servisi yapmış ve elinde fazla dondurma kalmıştı. Geri götürünceye kadar eriyeceğinden, artan dondurmayı yoldan geçen bir kuryeye ikram etmek istemiş -  ancak “dur!” işaretini gören motorlu kaçmaya başlamıştı. Arkasından yetişmeye çalışırken motorun plakasız olduğunu görmüş ve o dondurma ikram etmek istediğinin, motor çalmış bir hırsızdan başkası olmadığını anlamıştı.

 

Lapa lapa kar yağarken, kimi dört çekerler o havada garajlara çekilmişken, iki tekerin üzerinde cambaz gibi ulaşabildiği, hatta iki üç kez düştüğü servislerde çoğu zaman kapının bu tarafından sert bir:

- Ner’de kaldın?   yankılanırdı.

 

Hatta buz üstünde, eksi 10 derecede götürülmüş patatesi “bu soğumuş” diye geri gönderen krallar, kraliçeler de vardı.

 

Trafikte kurallarını hiçe sayma adetinde olanlar bu camianın %20’si kadardı, ama %80’i de bu olumsuz görüntüden nasibini alıyordu. Bir kısmını da o %20’nin içine sokan insafsız “Ner’de kaldın?”lardı. “Motorla geliyorsun ya”   ise, bütün mazeret kapılarını kapatmaktaydı.

 

Servis yaparken benim başıma gelmedi, ama bir buruk durum da: sipariş verilen adrese gidildiğinde kapı uzun süre açılmayıp, ikinci ya da üçüncü zile basışta kapının hışımla açılıp:

- Ne basıp duruyon?...   azarlarıydı.

 

Hatta parasının kapıdan dışarı fırlatıp atan, kapıyı çarpanlar da vardı.

 

Sipariş verirken “gelirken “Marlboro Light da getirsin” diyenler mi istersiniz, eczaneye uğratanlar mı, gelince “bu senin asli işin”   diyerek her öğlen çöp döktürenler mi;

işte - var oğlu vardı.

 

Bahşiş vermeyen, dışarıdaki hava zerre kadar umurunda olmayan adreslere bazen kapüşonunu yağmur suyuyla doldurup, zili çalmadan önce üzerlerine boca eden, ceplerine kar doldurup kapıda üzerlerine yağdıran - ama yine de eli boş dönen kuryeler de vardı. Hayat acımasızdı, elli kuruşların birikip, üzerine bir yaşam kurulması olanaksızdı.

 

Bir gün:

- Dua et işim hallolsun...   diye 1 lira uzatan, hemen ardından da:

- Ama alışma, her zaman vermem...   diyen, bu korkunç meblağa alışmasına, şımarmasına, har vurup - yolunu şaşırmasına engel olmaktaydı.

 

Evinin kapısına “Şu olsun, bu olsun, bir de yanında şu olsun – çabuk olsun…”ları taşımış, belki de az önce kendini yüzüstü asfaltta bulmuş birisine yirmi kuruş verilir mi? O, iki on kuruşu motorunun önüne mukavvalardan rüzgarlık yapmış, elcik yerlerine eldiven gibi vinyl monte edilmiş Mehmet gibi iki de çocuğu olan birisine verilip, içeride iç huzuruyla yenebilir mi?

 

Sudan, rüzgardan gerçek anlamda koruyabilecek motor kıyafetleri çok pahalıydı. Herkes bir Bering mont hayali kurar, hemen hepsi çenesi açılabilen bir kask isterdi. Ama herkesin gücünün yettiği botlar su geçirdiği için, yağmurlu günlerde evlerine çamurların altındaki bembeyaz ayaklarla dönerlerdi. Önce on dakika soba başında geçirilir, ardından kapıya getirilmemiş çorba içilirdi.

 

Dizlerde ağrı kaçınılmazdı, sinüzit de pek çoğuna artık yerleşmişti. Bu ara rağbet 125 Yamaha YBR’lereydi. Genel olarak motosiklet tamircisi azdı, hem de her marka motorun parçası öyle kolay bulunmazdı. Kavşaklarda ambulansa bile yol vermeyen çoğu otomobil sürücüsü anayola bile çıksa, yavaşlayıp bu kuryelere yol vermezdi.

 

Bir anket yapılsa büyük çoğunluk başka bir iş bulabilse bu işi yapmayacaktı. Mehmet’e vurup üç gün komada bırakan adam bir “geçmiş olsun”a dahi gelmemişti. Geçen sene üç kurye asfalta dağılmış siparişleriyle ölmüştü. Bacağını kaybedip, şimdi de bacaklıların ayakkabılarını tamir eden arkadaşını anlatırken konuşmamızın arasına gözyaşları girmişti.

 

Zaten kapının öbür tarafındakiler, bu yolun yolcuları, yollarda mutlaka kornalarıyla selamlaşırlar, bekledikleri kırmızı ışık sarıya dönerken:

“Allah kolaylık versin…”   ya da “Selametle…”   dilekleriyle birbirlerini uğurlarlardı.

 

** ** **

 

Artık motorlu kuryeler hızlandırılmış yaşamımızın olmazsa olmaz parçaları;

hızlı gittikleri için de, yavaş geldikleri için de kızılanları.

 

Kapının deliğinden baktığınızda, öbür tarafındakini görebilirsiniz,

ama o size gelmiş, sizi göremeyen, aslında yaşamın bu tarafındakidir.

 

Ve bu tek kullanımlık yaşam elbette,

emek verdikçe, bildikçe ve paylaştıkça anlamlı,

emeğe saygı gösterdikçe, hakkını verdikçe güzeldir…

 

düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com

 

bu insan hikayesini yazacağımı söylediğimde, daha o gün asansörde sohbet ettiği, “işler kesat” diyen kuryeye içinden gelip yirmi lira vermiş olan dostum Sabahattin Sürmen’e ve siyah beyaz bir Türk filmindeki gibi o parayı kabul etmeyip, yukarıda belki de yirmi kuruş alacak kurye arkadaşa sevgilerimle…