fonda çalan: american tune (midi)

sayfa internet explorer ile açılırsa dinlenebilir

 

(yazının şarkısı: http://www.dailymotion.com/video/x38d18_american-tune_music adresinden dinlenebilir)

(demek bir şarkı için beş yıl??)

 

 

 

Dokuz sene önce, kırk ikinci Aralık’ın, karlı bir Ankara akşamında,

yine bu masada, yine bu müziği dinliyordum: American Tune.

 

Paul Simon’un:

çoğu kere hatalıydım

ve çok kereler şaşkın

evet, genellikle yalnız

ve kesinlikle hor kullanılmış

 

fakat çok iyiyim; çok iyiyim

sadece kemiklerime kadar bitkinim… 

 

sözleri iliklerime kadar işlerken, bir yandan kahvemi içiyor,

bir yandan da “Sınırda” yazısını yazıyordum.

 

O sıralarda ne bir kitap vardı, ne de bir kitap yazma niyeti;

sadece “sınırda” olma hissi –  her şey sonradan gelişecekti.

 

** ** **

 

Dokuz sene sonra, elli birinci Aralık’ın, karlı bir Ankara akşamında,

yine bu masanın eşiğinde, yine bu müziğin ışığında

ve söylenmemiş duygularla kendimi sınırda hissediyorum.

 

Sibel’le hala barışamamış,

başka küslükler de yaşamış

ve çok kereler hata yapmış –

 

ardımda:

“Migros’a pirinç almaya gidiyorum” yazılmış bir not,

termosumda kahve, sırtımda paraşüt, kulağımda sözler,

bomboş olması gereken Seğmenler Parkı’na gidiyorum.

 

Ve kemiklerime kadar bitkin oturacağım bankta kapanmış gözler,

aşağıya sarkmayı, bir rüyanın en başını görebilmeyi diliyorum…

(24 aralık 2008 biterken)

(sonrası)

 

 

SINIRDA

(düş hekimi -1 kitabından - 2000)

 

Sarkmış, aşağıya bakıyorum, üç bin metreden. Gözümde gözlük, sırtımda paraşüt, yaşamla ölümün ince sınırında, uçağın kapısında, bir rüyanın başında.

 

Elanor Rigby, pirinç toplamakta aşağıda, tüm yalnız insanların arasında.

 

Ve ben yukarıdayım, evden uzakta, Migros’tan pirinç aldığımı sanacakları kadar uzakta, New York’taki Özgürlük Heykeli’ni görebilecek kadar da yüksekte.

 

Her şey yolunda. Yarın yeni bir iş günü daha olacak, taksitler yatacak, yağmurlar yağacak, Arap Kızı camdan bakacak.

 

Atlarken ya dalarsam ve unutursam açmayı paraşütümü? O zaman, cuma günü Hakkı ile tenise gidemem, halıya leblebi de dökemem, parkın ahşap bankına yatıp, ilkbaharın ilk güneşini bile bekleyemem.

 

Çok bozulurum, Simon and Garfunkel walkmanimde bana “boksör ve kavgacı”nın hikayesini anlatırken “Köfteci Ferit”e yürüyemezsem. Bir aralık akşamı, güneş batarken, Ankara Kalesi’ne çıkıp, Altındağ’ın gecekondularına baka baka ayaklarımı sallayamazsam.

 

Üç santim, son iki santim ve hooooop, uçuyoruuuuum, uçuyorum işte! Yanımdan geçen rüzgar değil, yıllar. Beni her metrede, bir zamanlar olduğumdan daha yaşlı, ve olacağımdan daha genç yapan.

 

Gölgem bir cenin gibi büyümekte yerde, ben kayarken yılların arasından bir taş gibi.

Yanında makas ve kağıt da sabırsız beklemekte, yılların arasından düşüp gelen taşı, görmek için yılların hesabını.

 

Aysun bir daha öyle konuşursa, Allah belamı versin öpeceğim onu, isterse görsün kapıcı.

 

İşte Ay’da çıktı, hem de dolunay. Ama ben ondan da uzaklaşıyorum, Ay ışığı altında gölgem büyüyor, toprak ananın karnında.

 

Açılmayacaksa bu meret, bari Aysun kucağını açıp beklesin beni.

Ne muhteşem bir kavuşma olur ama, ayıramazlar kaburgalarımızı.

 

Gülşen, Pide Kebap 49’un camını nasıl indirmişti biz şut çekişirken? “Ben kırdım” demiştim babama, rehin topu almak için. Aferin ama, sen memurdun, Gülşen’in babası Amerikan Pazarcı. Bağışla babacığım beni.

 

Demiryollarının üzerine çivi koyup çakı yapmak çok zevkliydi, hani hiç acıtmayacaktı sünnet? Hani dişçi sadece bakacaktı? Demek bir kadını öperken alt dudağını emmek gerekiyordu. Erhan abi, Maltepe’deki randevu evine bile gitmişti. Erhan abili maçlar da bitmişti.

 

Okulda solcuların afişleri, sağcıların da el yazıları çok güzeldi. Hepsi tek tek iyi insanlardı, kimin kötü olduğunu çözemeden okul bitti.

 

Kırk iki defa Nisan geldi, kırk iki defa Aralık.

Otuzu anlamakla geçti kırk iki Nisan'ın, nasıl sevdiğini birbirini iki insanın.

 

Tut ki unuttum paraşütü açmayı, ya da tut ki açılmadı. Yarın da kredi kartı borcu ödemesinin son günü.

 

Şimdi cep telefonumla Aysun’u arayıp “seni çok seviyorum” desem, ya “şu anda meşgulüm, sonra ara!” derse?

 

Ata binmeyi öğrenecek kadar vaktim var mı acaba?

“Çok, çok acil” desem, gelir mi hemen Whooper, Burger King’den? (Kolesterole de dikkat etmek gerekir mi acaba?)

 

Açılmazsa anasını satayım, iki ters, bir düz takla atıp öyle düşerim ben de, hem de acayip havam olur.

 

Sibel ile bir an önce barışmalıyım, umarım naza çekip uzatmaz.

 

Allah kahretsin, keşke uyuyakalmayıp dün, Polatlı’ya çorba içmeye gitseydim, doğan güneşin ilk ışıkları dikiz aynamda.

 

İki gözüm önüme aksın (bak büyük yemin ediyorum), açılmayacağını bir bilsem şu meretin, hemen çekip Tuz Gölü’ne bisiklete binmeye giderim (çok özledim güneşin altında bisiklette kavrulmayı).

 

Bu paraşütü katlayan herif de çok kötü bakıyordu hani, bi hainlik yapmış olmasa bari.

 

Sevgili Zeynep, özür dilerim. Bak kaç metre kaldı yere, “bırak artık onu” demek için sana geç kalmış olabilirim ama lütfen bırak onu. Hem belki senin paraşütünü de aynı herif katlamıştır.

 

Ben “Martı”yı kaç yaşında okumuştum? Ya “Küçük Prens”i ve de “Şeker Portakalı”nı?

Acaba, “Ezginin Günlüğü”nü yine ilk defa dinlesem, aynı tadı alabilir miyim, ödüm bokuma karışırken şimdi?

 

Aslında vaziyeti bir kurtarsam, ilk yapacağım iş, yandaki çalar saati, aldığım saatçinin kafasına fırlatıp: “saatin bu sabah da çalmadı” diye bağırmak olacak.

 

Yine geç kaldım. Bugün yeni bir iş günü ve daha kredi kartlarımın borcunu ödeyeceğim.

 

Gözümde gözlük, sırtımda ceket,

yatak ile sokağın ince sınırında,

evimin kapısında,

bir rüyanın sonunda…

 

düş hekimi yalçın ergir     http://www.ergir.com