Bir Garip Öykücü,
2007’nin ilk günlerinde, Sicilya’da,
uzun müddet
düşündü, yaşanmışlıkları nasıl anlatacağını.
Öykünün
kahramanlarından tek kelime dahi
alamamıştı. Kimisi
konuşmamış, kimisi çok uzak,
kapsam dışı bir
yerlerdeydi; ulaşamamıştı.
Sonunda kendi
aklında kalanları kaleme aldı.
Yazdıkları, bir
bardak demli çay ve kısık sesle çalınacak
Led- Zeppelin’in
“Stairway To Heaven” ı ile birlikte
okunsa, iyi olur
diye düşündü
KUĞULU PARK’TA BİR AKŞAMÜSTÜ
(GÜZEL İNSAN DENİZ’İN ÖYKÜSÜ)
O gece, sokak lambalarının titrek sarı ışığıyla
aydınlanan ıssız caddeye lapa lapa kar yağmaya
başlamıştı. Apartmanın ikinci kat salonunda, lambalı
radyonun yeşil ışığı parıldıyordu karanlıkta… Dışarıyı
daha iyi görebilmek için evin ışıklarını açmamıştı
çocuk… Alnını cama dayamış, karşıdaki çatıların,
caddenin, ağaçların, durakta sıra bekleyen damalı
taksilerin ve park etmiş arabaların beyaza bürünmesini
seyrediyordu. Radyoda hafif sesle çalan “Her Yerde Kar
Var’ı”, Adamo olsa olsa bu şehir için söylemiştir, diye
düşündü. Sonra, gece bekçisinin çok uzaklardan gelen tiz
düdüğünü duydu. Sıcak evinde olmanın verdiği güven
duygusuyla iç geçirdi.
Kar böyle devam ederse tutacak gibi görünüyordu. O
zaman, sokakları erkenden süpüren mahalle çöpçüsü de,
okul çocukları gibi yarın tatil yapar herhalde, diye
düşündü. Kalın gri kışlık elbisesi, siperli şapkası,
elinde tahta saplı çalı süpürgesi ve geniş ağızlı teneke
faraşıyla görürdü yaşlı adamı her sabah çocuk. Çöpçünün
günlük işi, yolda biriken tozları, at arabalarından arta
kalan gübreleri, ağaçlarda tek tük kalıp sonunda yere
düşen atkestanelerini ve kuru yaprakları süpürmekti. Bir
de çocukların akşamüzeri duvar üstü sohbetlerinde yere
attıkları ay çekirdeği kabuklarıydı gülümseyerek
temizlediği…
Mendillerin kâğıt değil kumaş, şişelerin pet değil cam
olduğu zamanlarda, insanlar ne çevreyi, ne de doğayı
şimdiki gibi kirletirlerdi. Her şey değerliydi. Hiçbir
şey boşa harcanmazdı. Eskidiklerinde ayakkabılara, önce
yarım, sonra tam pençe yapılır, topuklara ve burunlara
demir kabara çakılır; onurlu yaşamlar adeta mutlu bir
step dansının akışına bırakılırdı. Çocukların futbol
oynarken yırtılan pantolonları örülür, delinen çoraplar
dikilir, okunmuş kitaplar, küçülen giysiler el
değiştirir, büyüklerin değerli paltoları eskiyince ters
yüz edilirdi.
Mahallenin silahı düdük olan bekçisi, çalı süpürgeli
çöpçüsü, at arabalı sucusu, karakaçanlı sütçüsü, açıkgöz
eskicisi, tüccar terzisi, usturasını kayışta bileyen
berberi, doktor çantalı muslukçusu, filozof ayakkabı
tamircisi, mühendis kılıklı elektrikçisi, bakla falı
bakan kalaycısı, arasına lavanta gizlenmiş çeyizlik örtü
satan bohçacısı, sırtı baltalı odun- kömür kırıcısı,
acayip alet edevatıyla dolaşan hallacı, koluna ipler
sarılı uçan baloncusu, elleri kirli macuncusu, tezgâhını
başında taşıyan gevrek sesli simitçisi, bisikletten
bozma üç tekerlekli aracıyla dolaşan yoğurtçusu, önü hep
kedi dolu ciğercisi, çığırtkan balıkçısı, geceleri
paravanla dükkânını örten manavı, bez çuvallarında
pirinç, bulgur, mercimek, kurufasulye ve oracıkta
çekilmiş taze kahveyi eksik etmeyen bakkalı, gezgin
hurdacısı, titiz kuru temizleyicisi, camekânlı
tezgâhında pişmiş kelle ya da nohutlu pilavla dolaşan
seyyar satıcısı, yirmi beş kuruşa mis gibi dondurmayla
buz gibi limonata satan pastanesi, langırt oynanan
kıraathanesi, bahçesi çocukların oyun alanı olan
ilkokulu, mahalleler arası savaşlar için bir tepesi ve
Ramazan ayında birbirine rakip birkaç davulcusu ile bir
de kış geceleri yanık sesiyle dolaşan bozacısı vardı.
Lapa lapa kar yağan o gece, çocuğun içini burkan hüzünlü
sesiyle, yine geçiyordu bozacı… Annesi çocuğun ısrarına
dayanamayıp ilk kez o gece izin vermiş, yanık sesli
adamı çağırıp bir litre boza almışlardı. Bozacı, minik
kâğıt külahlara paketlediği tarçından verirken, “Sarı
leblebi de ister misin abla?” diye sordu. “Sağ ol,”
deyip almadılar. Tarçınlı ekşi bozanın tadı tek başına
daha güzel oluyordu. Bozacı gitmeye hazırlanırken,
yamalı ceketinin yakasını kaldırdı. Gevşettiği el örgü
yün atkısını boynuna tekrar iyice sardı, beresini eliyle
düzeltti. Boza bidonunu yerden aldı. Partal
ayakkabılarıyla merdiven başında bir an öylece durup
kaldı. Sonra sessizce aşağıya yöneldi. Adam binadan
çıkarken, çocuk elindeki boza bardağı ile cama koştu.
Onun uzaklaşan yanık sesine, bu sefer iyi bir şeyler
yapmış insanların gönül rahatlığıyla kulak verdi.
Gece yarısına doğru, ağır çekim bir valsin dansçıları
gibi süzülerek yağan kar taneleri, mahalleyi iyice
örtmüştü. Boş caddeden, ara sıra takırtılı seslerle
geçen otomobillerin bıraktığı tekerlek izlerini ve
çoktan gözden kaybolmuş olan bozacının ayak izlerini de
çok geçmeden kar kapatacak, gecenin beyazlığında cadde
tam bir sessizliğe bürünecekti.
Otuz yıl sonra geri geldiğim o şehirde, çocukluk
arkadaşım ile boza yudumlarken Kuğulu Park’a yakın bir
yerde; bir anda geçmiş günlerin bu film kareleri hızla
geçti gözümün önünden. O çocuk bendim. Üniversite
eğitimi için gitmiştim başka bir kente ve sonra bir daha
geri dönmeyip oraya yerleştiğimde, geride bıraktığım en
değerli şeyin, eski dostlarım olduğunu anlamıştım. İlk
yıllar her fırsatta geri geldim. Fakat yıllar geçtikçe
ziyaretlerim seyrekleşti. Sonra hayat gailesi, uzun bir
süre hiç yolum düşmedi ne yazık ki… Ama çok sevdiğim
çocukluk arkadaşım Deniz’le haberleştim, yazıştım
yıllarca…
Deniz, hep gözlerinin içi gülen, alçakgönüllü, sıcak,
sohbeti hoş, ne zaman bir yardım istesem severek koşacak
can dostumdu. Güzel insandı Deniz… Mektup zarflarını
renkli takvim yapraklarından yapar, uzun uzun yazardı
bana… Ben de öyle yapardım. Bir zaman sonra, memleket
manzaralı, kuşe kâğıttan yapılmış eski takvim yaprakları
yetmez oldu. Çekmeceler ağzına kadar sırla doldu. Bir
mektubunda: “Karar verdim evleniyorum kuzenimle.
Evlenmeyi kabul etmiyorum diye tuttu girmeye kalkıştı,
illegal devrimci bir örgüte... O zaman anladım onu ne
kadar çok sevdiğimi ve onsuz yaşayamayacağımı,” diyordu.
Bir zaman sonra evlendi iki sevgili…
Yıllar geçtikçe doğduğum şehre geri dönüşlerim gibi,
Deniz’le mektuplarımız da seyrekleşti, gün geldi
yazılmaz oldu. Hatta çekmeceler dolusu mektuba bir gün
veda edildi. Anılar kül oldu, duman oldu gitti çocukluk
sırlarımız…
Tam otuz yıl sonra karlı bir kış günü, yolum yine
düştüğünde doğduğum şehre, arayıp buldum eski dostumu.
Sanki dün bırakmış gibi yazışmayı, konuşmayı; kaldığımız
yerden devam ettik sohbete, dertleşmeye… Önce Arjantin
Caddesi’nde öğlen yemeği yedik, kahvelerimizi içtik.
Sonra gözlerinin içi hep gülen o Güzel İnsan’la, Kuğulu
Park’ın yakınındaki bir pastanede birer bardak tarçınlı
ekşi boza içtik. Şehrimin karlı günlerine dair çocukluk
anılarım o an canlandı gözümde. Sözleştik o gün
Deniz’le, yaşadığım kente dönmeden önce, daha sık
görüşmek, yeniden yazışmak için…
Hem artık elektronik posta icat olmuş, renkli takvim
yapraklarından yapılan zarflar, üzerlerine yapıştırılan
adresler, pullar unutulmuştu. Şimdi farenin sol kulağına
“tık” diye vurulacak bir fiske süratine inmişti, yolu
gözlenen postacının geliş süresi… Çok yakınlaşmıştı
mesafeler. Dünyanın öbür ucu, sanki olmuştu komşu
kapısı…
Bu durumda biz de zamana uyduk. “Farenin kulağına
söyleriz bundan böyle sırlarımızı… Duyan olurmuş,
diyorlar! Olsun! Çocukluk arkadaşı değil miyiz?” dedik.
Deniz bir müddet sonra benim Miço’nun da iyi arkadaşı
oldu. Dünya küçülüp mesafeler bu kadar kısalınca, bir
sonraki sefer çoluk-çocuk, miçolar, kaptanlar hep
birlikte buluştuk sokaklarından kış geceleri yanık sesli
bozacı geçen şehirde…
O diyardan gidişimin üzerinden otuz bahar geçmişti ki,
sürpriz bir doğum günü partisi düzenledi Miço,
gözlerinin içi hep gülen çocukluk arkadaşımın
yardımıyla… Pastanın üzerine kremayla, 50’ye yaslanmış
bir merdiven çizdirmişti Deniz. “Artık elliye merdiven
dayadın be Kaptan!” demişti, ben mumları üflerken, gülen
gözleriyle…
“Aman boş ver be! Daha genciz, kırk yaşıma basarken
biraz telaşlanmıştım ama artık aldırmıyorum, günü
yaşıyorum,” dedim, hiç kaygısız. O gece bütün dostlar
unutulmaz bir anıya sahip olduk. Çaldık, söyledik,
hasret giderdik, dertleştik... Çok eski bir dost,
gitarıyla nostaljik bir iki şarkı tıngırdattıktan sonra,
ortaya çıkıp, “Ben Kaptan’ın yaşayan en eski
arkadaşıyım…” diye başlayan bir konuşma yaptı. İçimden,
“Bu yaşayan lafı da nerden çıktı?” dedim kendi kendime…
Ertesi gün, şairin “Bir sengine yekpare Acem mülkünü
feda ettiği” yaşadığım kente geri döndüm ve o gece
oturup, iki gözüm iki çeşme “Ankaralı Olmak” öyküsünü
kaleme aldım. Hemen farenin kulağına fısıldayıp, yazıyı
Deniz’e postaladım. Cevabı gecikmedi, şöyle diyordu:
Cancağızım,
Unuttuklarını ekliyorum;
* Okul pikniklerini yaptığımız Söğütözü’nde, şimdi
binalar gökyüzünü deldi.
* Çocuklar, o pikniklere annelerinin hazırladığı
köfteler, börekler ve piramit şeklindeki
karton meyve suyu kutularıyla giderlerdi.
* Tadı damağımda kalmış; Piknik’in sosislisini,
Sandviç’in dönerlisini, Goralı’nın goralısını çok
özledim.
* O, 23 Nisan’larda, Bulvar Palas’taki çocuk balolarını,
Kızılay’da millî bayramlardaki fener alaylarını ve
bankaların süslü arabalarıyla resmigeçit halaylarını,
biliyor musun yine isterim.
* Anne- babaların nikâh salonuydu Türk Ocağı; haberin
olsun şimdi Resim Heykel Müzesi.
* Bizlerin evlendirme dairesi Gençlik Parkı ise yok oldu
gitti ne yazık ki…
* Bir zamanlar Mithat Fenmen’den piyano, eşinden bale
dersi alınır, Amerikan Pazarı’ndan kullanılmış jean
pantolon, gömlek, Converse, Tiger ayakkabı bakılırdı.
* Ve Güven Parkı’ndan binilen, üç sıra koltuklu Impala
dolmuşlar vardı, Çankaya’ya, Kavaklıya giden...
* Bir de bulabilirsem eğer, bir kitap yollayacağım sana…
Oku bak daha neler var neler…
Sevgiler,
D e n i z
Ertesi gün o kitabı bulup yolladı Deniz. Bir solukta
okuyup başucuma koydum ve Düş Hekimi’ni, Deniz gibi ben
de çok sevdim.
Fakat o mesaj ve yollanan kitap, gözlerinin içi hep
gülen o dosttan gelen son haber oldu. Meğer o ilkbahar,
çocukluk arkadaşının doğum günü pastasına 50’ ye dayalı
merdiven resmi çizdiren Güzel İnsan, kendine cennete
giden bir merdiven alıyormuş, kimseye haber vermeden…
Son mesajdan bir müddet sonra, o doğum günü partisine
gelen bizim mahalleden eski bir dost, Miço’yu aramış.
“Korkunç bir kaza… Kaptan’a alıştıra alıştıra söyle,
Deniz öldü!” demiş. Ben hâlâ alışamadım ki… Haberi
duyduğumda donup kaldım. Kendime geldiğimde Miço’ya
“Şimdi Ali’ye de bir şey olabilir, birbirlerini çok
severlerdi,” dedim. Ve iki haftaya kalmadı, Ali’nin sol
yanına felç indi.
Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün bu dost yadigârına
gittim. “Deniz’in öyküsünü yazmak istiyorum, onu bana
anlatır mısın?” dedim. Yüreği yaralı Ali bir an durdu.
Bakışlarını pencereye çevirdi, uzaklara daldı gitti.
Neden sonra; “Deniz anlatılmaz ki dostum, o yaşanır,”
dedi.
Ö y k ü c ü,
Palermo, Ocak 2007.
|