Bugün yeni çıkan kitabını daha mürekkebi kurumadan kargoyla göndermiş bir dostuma, çok dar bir zaman aralığında telaşla kısacık bir mesaj yazmıştım:

 

sevgili Can,

 

yeni bebegine ne kadar mutlu oldugumu cok iyi bildigini biliyorum.

Afferin sana, umarim daha coook bebekler cikar bu kargo zarflarindan;

simdi cok kisa kesiyorum – iceride beni dovmek uzere olan hastalar var.

Artik: “bebekliye vurulmaz” diyecegim onlara :)

 

Şimdi o dostuma,

yani sevgili "Öykücü"ye,

yani Ankaralı Olmak'ın http://www.ergir.com/2008/ankarali_olmak.htm Can Özoğuz'una,

Eylül'de Bir Geceyarısı'nın uçsuz bucaksız zamanında keyifle teşekkür etmek istiyorum.

 

Öncelikle yeni bebeği "Kuğulu Park'ta Bir Akşamüstü"nün kapağı

ve ilk öyküsü için Kuğulu Park fotoğraflarımı seçmesinden ötürü teşekkür ederim.

 

 

Sonra da bana borsayla, hisse senetleriyle, malı götürmeyle ilgili değil,

dinlemeye can attığım konulardan oluşan, "Madame Conche" gibi, kim bilir hangi derin izi gizinden kurtaran "Aykut" gibi, "Sıla" gibi, başlıkları bile manyetik alanına çeken öykülerini armağan ettiği için teşekkür ederim.

 

Bir de aynı paha biçilmez dönemleri, aynı okul çatısında yaşarken, yıllar sonra başka bir gezegenden kayıp giden yıldızlara, hala aynı ahşap çerçeveli pencereden bakabildiğimiz için teşekkür ederim.

 

Ama asıl teşekkürümü, en kocaman teşekkürümü en sona,

yani kitabın ilk öyküsüne:

 

"Kuğulu Park'ta Bir Akşamüstü"ne (- Güzel İnsan Deniz'in Öyküsü) saklıyorum

 

ve içimde bin bir duyguyla aşağıda paylaşıyorum...

 

düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com

 

** ** **

 

 

Bir Garip Öykücü, 2007’nin ilk günlerinde, Sicilya’da,

uzun müddet düşündü, yaşanmışlıkları nasıl anlatacağını.

Öykünün kahramanlarından tek kelime dahi

alamamıştı. Kimisi konuşmamış, kimisi çok uzak,

kapsam dışı bir yerlerdeydi; ulaşamamıştı.

Sonunda kendi aklında kalanları kaleme aldı.

Yazdıkları, bir bardak demli çay ve kısık sesle çalınacak

Led-  Zeppelin’in  “Stairway To Heaven” ı ile birlikte

okunsa, iyi olur diye düşündü

 

 

KUĞULU PARK’TA BİR AKŞAMÜSTÜ

(GÜZEL İNSAN DENİZ’İN ÖYKÜSÜ)

 

 

O gece, sokak lambalarının titrek sarı ışığıyla aydınlanan ıssız caddeye lapa lapa kar yağmaya başlamıştı. Apartmanın ikinci kat salonunda, lambalı radyonun yeşil ışığı parıldıyordu karanlıkta… Dışarıyı daha iyi görebilmek için evin ışıklarını açmamıştı çocuk… Alnını cama dayamış, karşıdaki çatıların, caddenin, ağaçların, durakta sıra bekleyen damalı taksilerin ve park etmiş arabaların beyaza bürünmesini seyrediyordu. Radyoda hafif sesle çalan “Her Yerde Kar Var’ı”, Adamo olsa olsa bu şehir için söylemiştir, diye düşündü. Sonra, gece bekçisinin çok uzaklardan gelen tiz düdüğünü duydu. Sıcak evinde olmanın verdiği güven duygusuyla iç geçirdi.

 

Kar böyle devam ederse tutacak gibi görünüyordu. O zaman, sokakları erkenden süpüren mahalle çöpçüsü de, okul çocukları gibi yarın tatil yapar herhalde, diye düşündü. Kalın gri kışlık elbisesi, siperli şapkası, elinde tahta saplı çalı süpürgesi ve geniş ağızlı teneke faraşıyla görürdü yaşlı adamı her sabah çocuk. Çöpçünün günlük işi, yolda biriken tozları, at arabalarından arta kalan gübreleri, ağaçlarda tek tük kalıp sonunda yere düşen atkestanelerini ve kuru yaprakları süpürmekti. Bir de çocukların akşamüzeri duvar üstü sohbetlerinde yere attıkları ay çekirdeği kabuklarıydı gülümseyerek temizlediği…

 

Mendillerin kâğıt değil kumaş, şişelerin pet değil cam olduğu zamanlarda, insanlar ne çevreyi, ne de doğayı şimdiki gibi kirletirlerdi. Her şey değerliydi. Hiçbir şey boşa harcanmazdı. Eskidiklerinde ayakkabılara, önce yarım, sonra tam pençe yapılır, topuklara ve burunlara demir kabara çakılır; onurlu yaşamlar adeta mutlu bir step dansının akışına bırakılırdı. Çocukların futbol oynarken yırtılan pantolonları örülür, delinen çoraplar dikilir, okunmuş kitaplar, küçülen giysiler el değiştirir, büyüklerin değerli paltoları eskiyince ters yüz edilirdi.

 

Mahallenin silahı düdük olan bekçisi, çalı süpürgeli çöpçüsü, at arabalı sucusu, karakaçanlı sütçüsü, açıkgöz eskicisi, tüccar terzisi, usturasını kayışta bileyen berberi, doktor çantalı muslukçusu, filozof ayakkabı tamircisi, mühendis kılıklı elektrikçisi, bakla falı bakan kalaycısı, arasına lavanta gizlenmiş çeyizlik örtü satan bohçacısı, sırtı baltalı odun- kömür kırıcısı, acayip alet edevatıyla dolaşan hallacı, koluna ipler sarılı uçan baloncusu, elleri kirli macuncusu, tezgâhını başında taşıyan gevrek sesli simitçisi, bisikletten bozma üç tekerlekli aracıyla dolaşan yoğurtçusu, önü hep kedi dolu ciğercisi, çığırtkan balıkçısı, geceleri paravanla dükkânını örten manavı, bez çuvallarında pirinç, bulgur, mercimek, kurufasulye ve oracıkta çekilmiş taze kahveyi eksik etmeyen bakkalı, gezgin hurdacısı, titiz kuru temizleyicisi, camekânlı tezgâhında pişmiş kelle ya da nohutlu pilavla dolaşan seyyar satıcısı, yirmi beş kuruşa mis gibi dondurmayla buz gibi limonata satan pastanesi, langırt oynanan kıraathanesi, bahçesi çocukların oyun alanı olan ilkokulu, mahalleler arası savaşlar için bir tepesi ve Ramazan ayında birbirine rakip birkaç davulcusu ile bir de kış geceleri yanık sesiyle dolaşan bozacısı vardı.

 

Lapa lapa kar yağan o gece, çocuğun içini burkan hüzünlü sesiyle, yine geçiyordu bozacı… Annesi çocuğun ısrarına dayanamayıp ilk kez o gece izin vermiş, yanık sesli adamı çağırıp bir litre boza almışlardı. Bozacı, minik kâğıt külahlara paketlediği tarçından verirken, “Sarı leblebi de ister misin abla?” diye sordu. “Sağ ol,” deyip almadılar. Tarçınlı ekşi bozanın tadı tek başına daha güzel oluyordu. Bozacı gitmeye hazırlanırken, yamalı ceketinin yakasını kaldırdı. Gevşettiği el örgü yün atkısını boynuna tekrar iyice sardı, beresini eliyle düzeltti. Boza bidonunu yerden aldı. Partal ayakkabılarıyla merdiven başında bir an  öylece durup kaldı. Sonra sessizce aşağıya yöneldi. Adam binadan çıkarken,  çocuk elindeki boza bardağı ile cama koştu. Onun uzaklaşan yanık sesine, bu  sefer iyi bir şeyler yapmış insanların gönül rahatlığıyla kulak verdi.

 

Gece yarısına doğru, ağır çekim bir valsin dansçıları gibi süzülerek yağan kar taneleri, mahalleyi iyice örtmüştü. Boş caddeden, ara sıra takırtılı seslerle geçen otomobillerin bıraktığı tekerlek izlerini ve çoktan gözden kaybolmuş olan bozacının ayak izlerini de çok geçmeden kar kapatacak, gecenin beyazlığında cadde tam bir sessizliğe bürünecekti.

 

 

Otuz yıl sonra geri geldiğim o şehirde, çocukluk arkadaşım ile boza yudumlarken Kuğulu Park’a yakın bir yerde; bir anda geçmiş günlerin bu film kareleri hızla geçti gözümün önünden. O çocuk bendim. Üniversite eğitimi için gitmiştim başka bir kente ve sonra bir daha geri dönmeyip oraya yerleştiğimde, geride bıraktığım en değerli şeyin, eski dostlarım olduğunu anlamıştım. İlk yıllar her fırsatta geri geldim. Fakat yıllar geçtikçe ziyaretlerim seyrekleşti. Sonra hayat gailesi, uzun bir süre hiç yolum düşmedi ne yazık ki… Ama çok sevdiğim çocukluk arkadaşım Deniz’le haberleştim, yazıştım yıllarca…

 

Deniz, hep gözlerinin içi gülen, alçakgönüllü, sıcak, sohbeti hoş, ne zaman bir yardım istesem severek koşacak can dostumdu. Güzel insandı Deniz… Mektup zarflarını renkli takvim yapraklarından yapar, uzun uzun yazardı bana… Ben de öyle yapardım. Bir zaman sonra, memleket manzaralı, kuşe kâğıttan yapılmış eski takvim yaprakları yetmez oldu. Çekmeceler ağzına kadar sırla doldu. Bir mektubunda: “Karar verdim evleniyorum kuzenimle. Evlenmeyi kabul etmiyorum diye tuttu girmeye kalkıştı, illegal devrimci bir örgüte... O zaman anladım onu ne kadar çok sevdiğimi ve onsuz yaşayamayacağımı,” diyordu. Bir zaman sonra evlendi iki sevgili…

 

Yıllar geçtikçe doğduğum şehre geri dönüşlerim gibi, Deniz’le mektuplarımız da seyrekleşti, gün geldi yazılmaz oldu. Hatta çekmeceler dolusu mektuba bir gün veda edildi. Anılar kül oldu, duman oldu gitti çocukluk sırlarımız…

 

Tam otuz yıl sonra karlı bir kış günü, yolum yine düştüğünde doğduğum şehre, arayıp buldum eski dostumu. Sanki dün bırakmış gibi yazışmayı, konuşmayı; kaldığımız yerden devam ettik sohbete, dertleşmeye… Önce Arjantin Caddesi’nde öğlen yemeği yedik, kahvelerimizi içtik. Sonra gözlerinin içi hep gülen o Güzel İnsan’la, Kuğulu Park’ın yakınındaki bir pastanede birer bardak tarçınlı ekşi boza içtik. Şehrimin karlı günlerine dair çocukluk anılarım o an canlandı gözümde. Sözleştik o gün Deniz’le, yaşadığım kente dönmeden önce, daha sık görüşmek, yeniden yazışmak için…

 

Hem artık elektronik posta icat olmuş, renkli takvim yapraklarından yapılan zarflar, üzerlerine yapıştırılan adresler, pullar unutulmuştu. Şimdi farenin sol kulağına “tık” diye vurulacak bir fiske süratine inmişti, yolu gözlenen postacının geliş süresi… Çok yakınlaşmıştı mesafeler. Dünyanın öbür ucu, sanki olmuştu komşu kapısı…

 

Bu durumda biz de zamana uyduk. “Farenin kulağına söyleriz bundan böyle sırlarımızı… Duyan olurmuş, diyorlar! Olsun! Çocukluk arkadaşı değil miyiz?” dedik. Deniz bir müddet sonra benim Miço’nun da iyi arkadaşı oldu. Dünya küçülüp mesafeler bu kadar kısalınca, bir sonraki sefer çoluk-çocuk, miçolar, kaptanlar hep birlikte buluştuk sokaklarından kış geceleri yanık sesli bozacı geçen şehirde…

 

O diyardan gidişimin üzerinden otuz bahar geçmişti ki, sürpriz bir doğum günü partisi düzenledi Miço, gözlerinin içi hep gülen çocukluk arkadaşımın yardımıyla… Pastanın üzerine kremayla, 50’ye yaslanmış bir merdiven çizdirmişti Deniz. “Artık elliye merdiven dayadın be Kaptan!” demişti, ben mumları üflerken, gülen gözleriyle…

 

“Aman boş ver be! Daha genciz, kırk yaşıma basarken biraz telaşlanmıştım ama artık aldırmıyorum, günü yaşıyorum,” dedim, hiç kaygısız. O gece bütün dostlar unutulmaz bir anıya sahip olduk. Çaldık, söyledik, hasret giderdik, dertleştik...  Çok eski bir dost, gitarıyla nostaljik bir iki şarkı tıngırdattıktan sonra, ortaya çıkıp, “Ben Kaptan’ın yaşayan en eski arkadaşıyım…” diye başlayan bir konuşma yaptı. İçimden, “Bu yaşayan lafı da nerden çıktı?” dedim kendi kendime…

 

Ertesi gün, şairin “Bir sengine yekpare Acem mülkünü feda ettiği”  yaşadığım kente geri döndüm ve o gece oturup, iki gözüm iki çeşme “Ankaralı Olmak” öyküsünü kaleme aldım. Hemen farenin kulağına fısıldayıp, yazıyı Deniz’e postaladım. Cevabı gecikmedi, şöyle diyordu:

 

 

Cancağızım,

Unuttuklarını ekliyorum;

 

* Okul pikniklerini yaptığımız Söğütözü’nde, şimdi binalar gökyüzünü deldi.

* Çocuklar, o pikniklere annelerinin hazırladığı köfteler, börekler ve piramit            şeklindeki karton meyve suyu kutularıyla giderlerdi.

* Tadı damağımda kalmış; Piknik’in sosislisini, Sandviç’in dönerlisini, Goralı’nın goralısını çok özledim.

* O, 23 Nisan’larda, Bulvar Palas’taki çocuk balolarını, Kızılay’da millî bayramlardaki fener alaylarını ve bankaların süslü arabalarıyla resmigeçit halaylarını, biliyor musun yine isterim.

* Anne- babaların nikâh salonuydu Türk Ocağı; haberin olsun şimdi Resim Heykel Müzesi.

* Bizlerin evlendirme dairesi Gençlik Parkı ise yok oldu gitti ne yazık ki…

* Bir zamanlar Mithat Fenmen’den piyano, eşinden bale dersi alınır, Amerikan Pazarı’ndan kullanılmış jean pantolon, gömlek, Converse, Tiger ayakkabı bakılırdı.

* Ve Güven Parkı’ndan binilen, üç sıra koltuklu Impala dolmuşlar vardı, Çankaya’ya, Kavaklıya giden...

* Bir de bulabilirsem eğer, bir kitap yollayacağım sana… Oku bak daha neler var neler…

 

Sevgiler,

D e n i z

 

 

Ertesi gün o kitabı bulup yolladı Deniz. Bir solukta okuyup başucuma koydum ve Düş Hekimi’ni, Deniz gibi ben de çok sevdim.

 

Fakat o mesaj ve yollanan kitap, gözlerinin içi hep gülen o dosttan gelen son haber oldu. Meğer o ilkbahar, çocukluk arkadaşının doğum günü pastasına 50’ ye dayalı merdiven resmi çizdiren Güzel İnsan, kendine cennete giden bir merdiven alıyormuş, kimseye haber vermeden…

 

Son mesajdan bir müddet sonra, o doğum günü partisine gelen bizim mahalleden eski bir dost, Miço’yu aramış. “Korkunç bir kaza… Kaptan’a alıştıra alıştıra söyle, Deniz öldü!” demiş. Ben hâlâ alışamadım ki… Haberi duyduğumda donup kaldım. Kendime geldiğimde Miço’ya “Şimdi Ali’ye de bir şey olabilir, birbirlerini çok severlerdi,” dedim. Ve iki haftaya kalmadı, Ali’nin sol yanına felç indi.

 

Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün bu dost yadigârına gittim. “Deniz’in öyküsünü yazmak istiyorum, onu bana anlatır mısın?” dedim. Yüreği yaralı Ali bir an durdu. Bakışlarını pencereye çevirdi, uzaklara daldı gitti. Neden sonra; “Deniz anlatılmaz ki dostum, o yaşanır,” dedi.

 

 

Ö y k ü c ü,

Palermo, Ocak 2007.

 

 

 

 

 

KUĞULU PARK'TA BİR AKŞAMÜSTÜ

 

CAN ÖZOĞUZ

 

ultracan@superonline.com

 

 Delisarmaşık Kitapları - Komşu Yayınevi

 

Komşu Yayınları Tel: 02164143331