SUSTUM DUYDUN MU?

 

 

(simon & garfunkel'in "sound of silence"ı dinlenirken yazılmıştır)

...

ve çıplak ışıkta on bin kişi

belki de daha fazlasını gördüm

 

anlatmadan konuşan insanları

dinlemeden duyan insanları

sesleri asla paylaşılmayan şarkılar yazan insanları

 

ve hiçbiri bozmaya cesaret edemedi

sessizliğin sesini

 

“aptallar” dedim, “bilmiyorsunuz"

kanser gibi büyür sessizlik

dinleyin sözlerimi ki size öğretebileyim

alın kollarımı ki size ulaşabileyim

 

ama sessiz yağmur damlaları gibi düştü sözlerim

ve sessizlik kuyularında yankılandı

 

 

Nasıl yapılan spora göre de şekillenirse insanın bedeni;

ruhumun omuz hizasındaki bir yerleri de Paul Simon’un bu sessiz sözlerinin haykırışıyla şekillenmişti.

 

Yarın, sevgili Reyyan Ayfer’in bana en değerli hediyesi, anlatarak konuşan sevgili Attilâ Şenkon’un,

dinleyerek duyan, hissederek yaşayan insanlara yazdığı yeni kitabı çıkacak: “Sustum Duydun mu?”

 

Kanımca İlknur Özdemir'in başhekimliğinde çok doğru bir doğumevi olan Turkuaz Yayınları’nın bu yeni bebeğini

yarını bekleyemeden, avazım çıktığı kadar susarak duyurmak istiyorum.

 

"Her Gün Perşembe Olsa" gibi, "Uykusuz Gece Düşleri" gibi, "Ten Yükü" gibi,

"Bütün Düşler Nazlıdır" gibi, "Bıyık İzi Yalanları" gibi, "Gökkuşağına İki Bilet" gibi,

gözbebeklerinde daha fazla gizlenemeyecek "Sustum Duydun mu?"nun ilk öyküsü “Sadi M.”den bir paragraf var alttaki satırlarda.

 

Ne mutlu bu heyecana; TRT-1'deki Gece Yatısı'nda, konuğun kendin olmalısın bu hafta.

 

Yüreğin dert görmesin sevgili Attilâ,

darısı başıma…

 

düş hekimi yalçın ergir   http://www.ergir.com

12 ocak 2009

 

 

    

 

 

 

Gerçekten bir istisnaydı Sadi M.

 

     Öbür müşterilere hiç benzemezdi. Efendiliği, hoşgörüsü, alçakgönüllülüğü ile, nasıl desem, insan değil de melekti sanki. Az ama öz bozardı sessizliğini. Aynadaki yansımasına dalar gider, boş konuşanlara inat dolu dolu susardı. Onun, kendi gözbebeklerinde gizli olan bir kitabı okuduğunu düşünürdüm böyle zamanlarda. Ya da içinde senin bir eşin olduğunu... Dalıp gittiği, derin, dipsiz bir eşin.

 

     Beyazlarının sayısı her gelişinde artan saçlarını keserken, kimsenin kalbini kırmış mıdır acaba diye düşünürdüm. Kavga etmiş, kötü söz söylemiş midir? Övünmüş, böbürlenmiş midir sahip olduklarıyla? Öfkesine yenilmiş, tutkularının esiri olmuş mudur? Ellerimle şekillendirdiğim başka kafaların içine tereddütsüz yerleştirdiğim bu davranışların hiçbirini yakıştıramazdım ona.

 

     Kesimi tamamlandıktan sonra saç diplerine masaj yapılmasını severdi en çok. Sakin, dingin, kendisi ve çevresiyle barışık bu yaşam biçiminin, mentollü kolonya ile açtığım gözeneklerden taşıp parmak uçlarım aracılığıyla bana da bulaşmasını umarak uzun uzun ovardım kafa derisini. Memnuniyetini gömleğimin cebine sıkıştırdığı bir tomar parayla değil, edebiyata olan ilgimi bildiğinden, okuyup beğendiği, benimle paylaşmak istediği bir kitabı tezgâhın üzerine bırakarak belli eder, içten bir gülümseyişle vedalaşırken “Ellerin dert görmesin,” derdi mutlaka.

 

     Alnının iki yanındaki kabarıklıkları, ilk kez işte bu masajlardan birinde, bundan tam beş ay önce fark ettim. Bütün müşterilerimin kafa yapılarını, saçlarının hangi bölgelerde seyreldiğini, nerelerde makas ve tarakla inatlaştığını ezbere bildiğim için parmak uçlarımda hissettiğim bu kabarıklıklar şaşırttı beni. Bir önceki tıraşta, yani bir ay önce, orada bulunmadıklarından emindim. Ellerimle şakaklarının biraz üzerindeki alanı dikkatle yokladığım sırada bir an göz göze geldik aynada. Gözbebeklerindeki gizli kitabın sayfalarını karıştırırken suçüstü yakalanmışım gibi bir tedirginlik yaşadım. Aynı rahatsızlığı o da hissetmiş olacak ki, gözlerini kapatıverdi hemen. Birinde taşınamayacak kadar ağır ama sıyrılamayacak kadar yapışkan bir ten yükünden, öbüründe görülemeyecek kadar ince ama silinemeyecek kadar derin bir bıyık izinden söz edilen iki ihanet kitabını usulca tezgâhın üzerine bırakıp gitti tek söz etmeksizin.