...

tamam;

ama sen ve ben,

dün’ün yanıtlarıyken,

ne - saçma değil ki?

...

 

 

Dünya'nın Cezalı Konukları ve EL&P

(1963-76)

 

 

Sevgili torunlarım;

heeey gidi 1963 –

tevellüt 1910 - o sıralarda henüz 53 yaşındaydım.

 

Barok müziği de (hele Bach’ı), Muzaffer Sarısözen’in ülkeyi karış karış gezerek derlediği, Yurttan Sesler’de dinlettiği Halk Türkülerimizi de çok severdim.

 

Belki çoğunu tanımazsınız ama Zeki Müren’i de, Frank Sinatra’yı da, Kurbani Kılıç’ı da http://www.ergir.com/uckizbirana.htm , Mozart’ı da, Muddy Waters’ı da lambalı radyolardan, 78 devirli plaklardan zevkle dinlerdim.

 

1963’ün yılbaşı gecesiydi. O sıralarda Maltepe’de, Neyzen Tevfik Sokak’ta oturuyorduk. Ben evin Gölbaşı Sineması’na bakan balkonunda otururken birden gökten aşağı sanki bir havai fişek patlamış gibi binlerce minik yıldız aktı ve Kıbrıs Kitabevi’nden, Elektrik İşleri Etüt Binası’na kadar olan alanda Gazi Mustafa Kemal Paşa Bulvarı’na dağıldı.

 

O zamanlar havai fişek falan nerdeeee? Ben koşarak caddeye indim; nasıl garip bir durum size anlatamam – yoldan başkaları da geçiyor – ama “bir tek” ben görüyorum bu yıldızcıkları.

 

Hepsi üstünü başını çırparken yavaş yavaş şekillenmeye başladılar. Daha sonra çok iyi tanıyacağım suratları görmeye başladım caddenin ortasında.

 

Yanıma geldi bir tanesi:

 

- Sevgili Düş Hekimi. Benim bu dünyadaki adım John; John Lennon olarak tanıyacaksın beni. Şu ilerdeki Eric, şu Jimmy, şunlar da sonradan Eagles olarak çıkacaklar karşına. Heeey; buraya gel, sana gözlük vereceğim sen de Janis olacaksın bir süre sonra.

 

Biz Solucan Deliği’nden geliyoruz. Hepimiz cezalıyız.

 

Bir orada “Yasak Müzik”i yaptık ve vazgeçmediğimiz için cezalandırıldık. Buraya sürgüne gönderildik - kendimize bedenler bulup, burada devam edeceğiz müziğimize. Senden sır çıkmayacağını da biliyoruz.

 

 ** ** **

 

Yorgunum, arasını uzun uzun anlatamayacağım size. Ama o geceden sonra bütün dünyada henüz 18 -20 yaşlarında bir takım insanlar bir acayip müzik yapmaya başladılar.

 

12- 13 senelik bir döneme yüzyıllarca dinlenecek şarkılar, müzik toplulukları sığdı. Bu yaşa, bu kadarcık yıla sığması imkansız şarkı sözleri, melodiler her hafta - her ay, nefes aldırmadan dünyayı sarmaya başladı.

 

Gencecik insanlar, son derece rahat giysileri ve tavırlarıyla, inanılmaz birikim gerektiren albümler çıkartıyorlar, internetin minternetin olmadığı, Vietnam’ın sıcak, blokların soğuk savaş rüzgarlarında sanki barış elçileriymiş gibi dünyayı sarsıyorlardı. Zaten bu yıldızlardan burada kalanlardan bir tanesinin adı da Barış’tı.

 

Derken 1976’nın bittiği Yılbaşı Gecesi beni de çağırdılar. Heppppsi yine artık ayrılmış otobüs yolu da geçen Gazi Mustafa Kemal Paşa Bulvarı’na toplanmışlardı.

 

- Biz gidiyoruz. Af çıkmış bize. Solucan Deliği’mize dönüyoruz. En son Hotel California’mızı da bırakıyoruz size. Kara Delik – Beyaz Delik arasında Büyük Solucan Deliğistock Konseri’miz olacak, öldükten sonra bekleriz, daha hala başlamamış oluruz...

 

 

Ve Rock’un, Pop’un yıldızları, gerçek yıldız olup gittiler Maltepe Havagazı Fabrikası'nın üzerinden.

 

Tabii eski bedenleri kaldı burada, güya müzik yapmaya devam falan da etti ama,

nafile, aynı isim altında da olsa, asla eskisi gibi parçalar çıkamadı ortaya.

 

Bu acayip dönemin tanığı çok dünyada. Siz hala o dönem getirilmiş müziklerin cover’larını dinliyorsunuz. Müzik Endüstrisi 24 saat müzik imal ediyor – ama olmuyor işte.

 

 

** ** **

 

Size bu yataktan kalkıp hediye alamadım.

 

Ama şu şarkıyı hediye olarak kabul edin:

 

O yıldızlardan Emerson, Lake & Palmer adını almıştı üçü.

 

Klasik Müzikten çok sevdiğim Modest Petrovich Mussorgsky’nin “Pictures At An Exhibion”unyla oynamışlardı. Nasıl eğlenmişlerdi kim bilir kendi aralarında. Belki de bunlarla oynamak da yasak olduğundan kovulmuşlardı Solucan Deliği’nden.

 

3 gencecik adam sahnedeydi, bu dünyada “ilk” defa konser veriyorlardı

ve kimmmse alışkın değildi böyle bir konser tarzına.

 

Emerson deneni: “Promenade & The Gnome”u sağ eliyle başka, sol eliyle başka iki ayrı klavyeyi- sanki hiiiç önemsiz bir şey yapıyormuş, sanki peynir ekmek yiyormuş gibi çalıyordu. Lake olan da bass gitarı o şekilde kaptırmış çalıyor, davulcu Palmer da “hiç” şaşırmadan, bir İsviçre Saati dakikliğinde eşlik ediyordu. Hele şarkının ortalarında davulcunun yüzünü, dişlerini gören, onun bu dünyaya ait olmadığını anlayabilirdi.

 

Bunun linkini aşağıya koyuyorum; AMA SONRA izlersiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=_Y1x04hAUT4

(o davulcunun eşlik ederkenki rahatlığına, senkronuna mutlaka bakın)

 

 

Size asıl hediye etmek istediğim, önce izlemenizi istediğim,

bu konsere eklenmiş Greg Lake bestesi: The Sage.

 

Bir acayip çalma tarzı;

Klasik Gitar’ı dört parmakla çalmak gibi bir şey değil, Finger Style hiç değil, sadece pena da değil. Baş parmak ile işaret parmağı arasında bir pena, diğer parmaklar (serçe parmağı da ilave edilerek) çelik telleri klasik gitar tekniğinde çalıyor.

 

Sanki “Asıl Yolculukları”nı anlatır gibi başlıyor “Efsane”si:

 

http://www.youtube.com/watch?v=L9Ippzdh0Qg

 

 

   
 

 

 
     

 

 I carry the dust of a journey

That cannot be shaken away

It lives deep within me

For I breathe it every day

 

Bir yolculuğun silkelenemeyen tozunu taşıyorum;

derinde içimde yaşayan – her gün soluduğum...

 

diye başlayıp:

“sen ve ben, dün’ün yanıtlarıyız...”

diyerek devam ediyor.

 

Daha sonra sözler bitiyor –

6 telde, sanki dolaşım sisteminin devamı olan 6 ince damarda,

güya o kadarcık seneye sığmış birikimiyle, kendi eserini çalıyor Lake.

 

Büyülenmiş, derinde, içimde yaşayanı bile solumadan, üzerimin silkelenemeyen tozuyla izliyorum.

 

Kamera seyircileri gösteriyor: Allak bullak suratlar;

çıt çıkartmadan, gözlerini kırpmadan,

şu anda izlediğim gibi izliyorlar...

 

** ** **

 

Bu dünyayı çok seviyor –

o halini çok özlüyorum.

 

Elveda torunlarım,

ben de affedilmişim;

bizimkiler bekler,

konsere gidiyorum...

 

düş hekimi yalçın ergir   -   http://www.ergir.com

30.12.2010 - ankara

 

HER YENİ YILDA,

HEP SAĞLIK, HEP SEVGİ,

HEP MÜZİK DİLEKLERİMLE...