Öğle'sine Bir Yağmur

 

 

Yalnız Kalabilmek dilediğinde,

kavuşabilmek özlediğinde...

 

demiyor muydu “Küçük Mutluluklar” şiiri?

 

O 28 Ekim öğlesinde nihayet yalnız kalabilmiştim; öyle çok, öyle çok yağmur yağıyordu ki, sanki yıllarca dinmeyecek gibiydi ve mutlaka dinmeden dışarı çıkmalı, plansız, randevusuz, yetişme telaşsız, “n’aber?”siz, bana kalmış yollarda, bana kalmış duygularla dolanmalıydım.

 

Naylon pantolonumu ve yağmurluğumu giymiş, sırt çantamın üzerine lastikli naylonunu germiş, kulaklıklarımı takmış, başıma kapüşonumu sıkı sıkı örtmüş – termosumda çay ve müziğimle yağmura dalmıştım.

 

“Ahmakıslatan” diye bir yağmur vardır hani;

“Böyle bir yağmurda hiç dışarı çıkılır mı?” diye değil,

“Böyle bir yağmurda hiç dışarı çıkılmaz mı?” diye düşününce kimine göre ahmaktım –

ama ben içerde içi geçmiş kurnazlardan olmak yerine,

yağmurun içinden geçen ahmaklardan olmaya çoktan razıydım.

 

Terse akan bir sel gibi süratle Cinnah Yokuşu’nu çıkmıştım. Yağmurdan değil, terden sırılsıklam olmuştum; sanki terimle yağmuru ıslatıyordum.

 

Barış Manço Parkı’nda bir tek ben vardım. Bir liralık beyaz leblebi almıştım; boyası akan kesekağıdını ıslak banka koymuş, çay termosumun da kapağını açmıştım. Yağmur damlalarıyla soğuyan paşa çayımı yudumluyordum.

 

Bir avuç da olsa, bir yudum da olsa, Allah’ım, ne kadar huzurluydum;

kupkuru bir odada, sıvı kristal bir ekrana değil, ıslak bankta kirpiklerimdeki kaleydoskopa bakıyordum. Arada gözlerimi kapatıyor, doya doya yüzümü ıslatıyordum.

 

Olmaz böyle şey; tarifsiz mutluydum. Eminim o sırada güneş de kavursa, kızgın bankta yine gözlerim kapalı, aynı tarifsiz mutluluğu duyacağımı biliyordum.

 

Bir şarkı dinlemiyordum; istese herkesin yaşayabileceği bir şarkıyı yaşıyordum. Orada sonsuza dek, ya da birilerini feci özleyinceye kadar oturabilir, bütün yağmur damlalarını sayabilir, damla sayısı kadar düş kurabilirdim.

 

Selle geliyordu o esrarengiz kadın;

ondan sonra değil, öğleden sonra tufan,

bir elinde cep telefonu, bir elinde asa –

Yağmur’un Sofrası’nı tutukluyordu.

 

** ** **

 

Ben dönmüşüm.

Gece olmuş; yağ yağ yağmur hala yağıyor.

 

Küçük Mutluluklar, damlaya damlaya,

büyük nehre giden, küçük dereleri oluşturuyor.

 

Birazdan yatacağım; yatarken de şükredeceğim

ve herkesin termosunda çayı, beyaz leblebisi,

hatta yağmuru olabilmesi için dua edeceğim...

 

 

Prova.

 

Rejisör dansçıları izler, bin bir dert içinde:

- Berbatlar, çok berbatlar;

keşke şarkı söyleselerdi...

 

Oyunun en önemli kısmının, Yağmur şarkısıyla açılışının feci olacağı bellidir; çünkü şarkıcı da hastalanmış, gelemeyecektir.

 

Peki şarkıyı kim söyleyecektir?

 

Sahnede bir gitarcı sessiz sedasız oturmaktadır (Eric Clapton). Davulcuyu gösterip:

 

- Phillie'ye ne dersiniz? (Phil Collins)? Sesi iyidir...

 

- Peki o söyleyecekse, davulu kim çalacak???

 

- Chester'a (Chester Thompson) ne dersiniz? (Chester orada yerleri süpürmekte olan bir temizlikçidir)

 

 

Ve oyunculukla alakası olmayan Phil Collins kendisini sahnede bulur.

 

Önce davul, ardından gitar, acımasızca başlar:

 

ŞİMDİ YAĞMUR YAĞMASINI İSTERDİM...

 

(şarkının ilk girişi çok yüksek sesle dinlenmelidir)

kadro: (her biri kendi alanında efsane olan)

Eric Clapton--Gitar  -  Lamont Dozier--Piyano  -  Chester Thompson--Davul  -  Leland Skylar--Bass

 
 

düş hekimi yalçın ergir  http://www.ergir.com

 

PANO'YA DÖNÜŞ