Saatler, seneler ve ömürler...

 

 

O gece tam 02:00’de saatler 1 saat ileri alınacaktı

ve feci uykusu vardı.

 

Saatleri artık sabah ileri alırdı. Zaten cep telefonunun ve bilgisayarınınki otomatikti, gerisi de o kadar önemli değildi. Ama interneti de kesikti. Arızayı telefonla sorduğunda, konuşması “kalite standartları çerçevesi”nde kayda alınmış, sorusunu eksik sorduğu için kalite standartları çerçevesinde haşlanmıştı.

 

Canı zaten sıkkındı, bir de pazartesi ödenmesi gereken 2500 lira civarında kredi kartı borcu vardı. Bütün cumartesi günü boyunca kızının dersanesi, cepteki alış veriş listesi, kavga gürültü bulunmuş park yeri derken, pestili çıkmış, salondaki üçlü koltukta elbiseleriyle yüzü-koyun uyuyakalmıştı.

 

** ** **

 

Birden bir gümbürtüyle uyandı; ödü patlamıştı. Bütün salon, o kruvaze perdeler, o nefret ettiği vazolu, çiçekli tablo masmavi olmuştu. Kesintisiz güç kaynağından bip, bip sesleri geliyordu –

elektrikler kesilmişti; sanki tepesindeki baz istasyonuna meteor düşmüştü.

 

İkinci gümbürtüde duvardaki saatin 2’ye 1 kaldığını, sehpadaki porselen bebekli saatin de 2’yi 1 geçtiğini gördü. Vallahi, içerideki odada uyurken inip çıkan sırt annesininki olsaydı, hele bir de sırt değil koynu olsaydı, el yordamıyla gidip onun yanına yatacak, yorganı da tepesine kadar çekecekti.

 

Üşümüştü, ama yerini bilmediği için bir battaniye arayamadan gözleri kapandı,

uzaklarda zayıf bir şimşek daha çaktı, ondan sonrasını hatırlamayacaktı;

o sırada saatler 1 saat ileri alınmış –

o 1 saat aylarca sonra ödenmek üzere y@$@m’ından borç alınmış olmalıydı.

 

** ** **

 

Sabah gözlerini açmıştı.

 

- A aaa???

 

Üzerinde parlak saten, pamuk bir yorgan vardı;

pekiii, hem kim örtmüş olabilirdi, hem de böyle bir yorgan taksitine hiç girmemişti ki?

 

Tam o sırada dışarıdan o sesi duydu:

 

- Kalaaaaaaaay-ciiie...

 

Yaa, bu Kalaycı Kazım’ın sesi değil miydi?  Onun sesini en son otuz, kırk sene önce duymuştu. Uykusunda da, önce uzun, ardından kısa çalan bir bekçi düdüğü duyduğunu, içini nasıl güven kapladığını anımsadı.

 

Ve gözü duvardaki Galata Köprüsü fotoğraflı Saatli Maarif Takvimi’ne takıldı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı; takvimde:

 

‘28 Mart 1970’ ‘Cumartesi’nin yaprağı vardı.

 

Yanı başında ise 27 Mart 1970 yaprağının arkası duruyordu. Çocukken takvim yapraklarını hep erkenden kalkan rahmetli babası kopartır, faydalı bir bilgi varsa mutlaka onun yatağının başucuna koyardı.

 

Evi yıllardır duymadığı mis gibi bir reçel kokusu sarmıştı. O gülleri üzerlerine gün doğmadan, annesi kopartırdı.

 

Kalbi duracak gibiydi;

acayip, hem de çok acayip bir durum vardı.

 

O gece büyük ihtimalle saat tam 2’de tarifsiz bir şeyler olmuştu;

 

saatler 1 saat ileri alınacakken,

 

seneler 40 sene geriye kaçmıştı...

 

** ** **

 

Koşarak camdan dışarı baktı:

 

Sütçü Haydar kapılarının önünde o kaymağından nefret ettiği sütü güğüme boşaltıyor, mavi boncuklarla süslü atı Düldül de parke taşların üzerinde bir heykel gibi duruyordu. Düldül eskiden bir kovboyun atıydı; tam kesilecekken Haydar kurtarmış, üzerinde Türkiye’ye gelmişti. Hemen hatırlamıştı, Düldül ve Haydar’la ilgili müthiş hikayeler vardı.

 

Aşağıda Mıstık’ları da gördü. Ellerindeki filede iç içe konmuş naylon topla, hem mahalle maçına götürmek, hem de ortak topun 25 kuruşunu almak için duvara oturmuş onu bekliyorlardı. Sıska Tanzer de oradaydı; kesin, yine maçta gömleğini çıkartıp tek tek sayılabilen kaburgalarıyla hava kararıncaya kadar aç biilaç koşturacaktı.

 

Pekiii, ya Türkan; ya folklora da başlayan Türkan neredeydi? Badik’e haber verseler o da gelir miydi? Hemen alnının ortasında artist gibi duracak bir perçem için ellerini saçına attı – eline gelecek bir saç bulamamıştı.

 

Aynaya baktı. 40 sene öncesine dönülse de, dökülmüş saçlarla, torba torba olmuş gözlerle, yanaşmasına izin vermeyen göbeğiyle yıllar kendisine acıyla bakıyordu. Acımasız olan yıllar değil, insandı.

 

Ve o gözlerde, o derinlerde 40 sene önceki son saklambaçta, kaçıp çok fena saklanmış o çocuğu görüyor – o ümitleri, o karşılıksız sevgileri, o hep birliktelikleri sobeliyordu.

 

Bedenler eskiyebilirdi;

o maçlarda, o lastik pabuçlar da eskimiyor muydu?

Altları deliniverse bile, o unutulmaz koca yaz tatilleri onlarla geçmiyor muydu?

 

Bedenler eskidikçe,

düşlerin, sevgilerin, masumiyetin, çekip gitmesi mi gerekiyordu?

 

Ödemeyecekti işte kredi kartı borçlarını,

çünkü saatler 40 sene geriye alınmıştı

ve kredi kartı henüz icat olmamıştı.

 

Kararını vermişti;

saatini kurmayacak, zamanı donduracaktı.

 

** ** **

 

Tek anahtarlı kapıyı açtı,

insanlara ait sokaklardaydı;

arkadaşlar onu beklerdi,

kırlara doğru yolculuk vardı.

 

Yorgun kalbi neredeyse duracaktı;

bu seferki maç, içteki top patlayıncaya,

ya da ortalık kararıncaya kadar değil –

zaman susuncaya, ömrün saati duruncaya kadardı...

 

düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com

 

 

 

** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** **

 

"eleleveda"ya davet

 

 

Hızlandırılmış ömürlerde 4 Nisan Pazar günü saatler 40-50 yıl geriye alınacak

ve bir daha da kurulmayacak.

 

Çünkü 1950’lerin, 1960’ların duygusal okyanusundan bir damlayı paylaşmaya çalışan: “Evet; Sevdik...” – Müzikli Sunum’umuz, Operet Sahnesi’nde “2009 – 2010 Sanat Sezonu”nun programındaki “son” gösterisine çıkacak: https://secure.dobgm.gov.tr/dobgm.asp

 

Soprano sevgili Leyla Çolakoğlu ile birlikte dizlerimizin titrediği ilk gösteriden beri her yaştan mahalle çocuklarıyla, hep doluydu salonumuz; hep ortak keyif, hüzün ve coşkuluyla ısınmıştı görünmez sobalı misafir odamız.

 

İnsanlar nasıl doğdukları andan itibaren yaşlanmaya başlarlarsa,

kavuştukları andan itibaren de ayrılmaya başlarlar.

 

Eninde ya da sonunda; her ayrılık geçicidir.

 

Hiç, ayrılınca ‘merhaba’ – varılınca da ‘elveda’ olur mu?

 

Olur;

“Yavaş Tren”imiz bu Pazar günü resmi programdaki son istasyona varacak,

“elveda”ya değil,

“eleleveda”ya gelir misiniz?...

 

soprano leyla çolakoğlu  &  düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com

 

Onca dünya devi eser arasında anlam ve anılarla dolu Operet Sahnesi’nde bizim siyah beyaz bir Yeşilçam filmi anlatımımıza yer verip, “2009 - 2010 Sanat Sezonu Programı”na dahil eden:

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdür ve Genel Sanat Yönetmeni

Prof. Rengim Gökmen’e ve Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdür ve Sanat Yönetmeni V. Erdoğan Davran’a

hep sevgi ve teşekkürlerimizle...

 

 

http://www.ergir.com/sahne_tozu.htm