YAŞAMDA (herhangi) BİR GÜN
Yaşamda bir gün; yaşamda herhangi bir gün ne kadar değerlidir?
Ya da: yaşamın hangi günleri daha değerlidir?
Herkesin farklıdır ölçüm kriterleri; kimisi için, kazanabildiği para kadarken, kimisi için de sağlıkla alınmış nefes kadar paha biçilendir.
Elbet, kooperatif borçları, dershane taksitleri, ya da çalış veriş merkezi facialarından kaçırılabilmiş bir cumartesi öğleden sonrası, ya da bir pazar sabahı, ya da denk getirilmiş bir hafta ortası vardır.
Elbet, o kurtarılmış, o armağan edilmiş gün, bir ekran karşısında amansız hesaplaşmalarla, ya da bin bir linke tıklaya tıklaya, ya da çatıdaki bir baz istasyonundan beynine gönderilmiş frekanslarla geçebilir.
Ama, başka şeyler de yapılabilir o gün.
O güne, ne yapacağını bilmeden, ama çok güzel geçeceğini bilerek de başlanabilir.
Aynı, satın alınmış Perşembe gibi, aynı, en güzel ay Mayıs günü gibi, aynı, sırt çantasına elma, çay termosu, çubuk kraker, yedek tişört, cepte azıcık para, bir kırmızı kredi kartı, bir kulaklık, bol düş, konup nereye gideceğini hiç bilmeden yola çıkılmış güneşli bir Mayıs dünü gibi...
** ** ** fotoğrafları büyütmek için üzerlerine tıklanabilir)** ** **
Mesela tren istasyonuna gidebilirdim; gelen ilk trene binip, gittiği ilk şehirde inip, bir noktada herhangi bir vasıtaya binmek üzere Ankara'ya doğru yürüyebilirdim.
Güzelim Ankara Garı'na gelmiştim; tren saatlerine bakıyordum. Dev panoda, bir iki saat içinde bir kasketlinin yanına oturup, sohbet ederek başka bir şehir yolunda olacağım bir tren gözükmüyordu.
Stadyumun yanından kalkan o ilçe otobüs duraklarına yürüyordum.
Tabelası güzeldi, bin bir led yanıp sönmüyordu, gözüme Elmadağ'ı kestirmiştim;
Beş dakika sonra da kalkacağını öğrenmiştim; oleeey, artık bir alamete binmiş, bir Mamak Türküsü'nün, "böyle bir sevda"nın içindeydim.
Windows 7'nin penceresine değil, 27 numaralı koltuğun penceresinden bakıyordum.
Yanımdaki çocukla birbirimize komik suratlar yaparken Lalahan'a gelmiştim; inmeli, bir araçla bin defa Samsun'a, on bin defa Elmadağ'a gidip gelmiş olsam bile, bir aracın, o süratin asla göstermeyeceği detayları göre göre, Ankara'ya yürümeliydim.
Sırtımdaki çanta ile bir salyangoz gibiydim; o klimalı araçlarda, o yüksek otobüslerde, kaçımız görebiliyorduk yol kenarının ağır ilerleyenlere sunduklarını?
O makasta, önce o "telaş yolu"ndan ayrılıyordum.
Mithatpaşa Caddesi'ndeki üst geçitten farklı köprülerden geçiyor,
Yolda termosumdaki çayımı, Çay Yolu'ndaki Café'lerden farklı ortamlarda içiyordum.
Derken bir başka makasa geliyor,
yine doğal tercihimi yapıyordum.
Kendi trenimin makinistiydim; uzun ince yolda, cebimde azıcık para, bir de kırmızı kredi kartı, ıslık çala çala yürüyordum.
Bu sefer bir trene bakmayan dostlar görüyor, kimisine Çukur Manav'dan alınmış elma veriyordum.
Yaşamdan sevgi ve masumiyet kareleri çıkarken ağır ilerlenen yolda,
şehri kuşatmış yola geliyor, yol üstündekileri değil, yolun altındaki dünyayı görüyordum.
Yaşamda hep makaslar çıkmaz mı karşımıza? Yeni bir makasta, miniminibüse gideni seçmiyor,
Kayaş'ıma, beni merakla, eminim özlemle, "ner'de kaldın?.." der gibi bekleyen kocaman banliyö trenine varıyordum.
Her an kalkabileceğinden, bilet-milet almadan atlıyor, algıda seçici olmasam bile seçeceğim, sanki mahsus yapıyormuş gibi duran, sanki koca dünyada bir tek ikimiz varmışız ve sanki cebimdeki bütün parayı vereceğim, o seyyar satıcıya rastlıyordum.
** ** **
Kanat çırpıp gittiğim, su kenarlarında uçuup, uçuuup, yuvaya döndüğüm bir Mayıs ikindisinde, Öykücü Can Özoğuz'un Kuğulu Park'ına konuyor,
Ancak görmeye cesaret ettiğin düşlerin gerçekleştiği, Gökkuşağı'nın ardında bir yerde,
bir günün ninnisini yazıyor,
neden mavi kuşlar gibi uçabildiğimi çok iyi biliyordum...
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
|