Aşağıda 9 Mart 2002 gecesi 10 Mart 2002 sabahına bağlanırken yazılmış bir yazı var. Yani bundan sekiz sene önce, tam şu saatlerde yazılmış bir yazı.

 

9 Mart 2002 akşamı o duman altı bara girdiğimde, o yaşında bara girmesi yasak olan bir de telli turna hastamla karşılaşmıştım. Tutku dünya tatlısı bir kızdı ve o yaşında Yeni Türkü aşkına arkadaşlarıyla oradaydı. Sonra o konserin şu anda hala duran afişimi asmıştım muayenehaneme ve Tutku'yla çok sohbetini yapmıştık tedavisi boyunca.

 

Derken aradan yıllar geçmişti. Kalabalık bir ortamda sıramı bekliyordum; karşıdan gülen gözler geliyordu:

- Yalçın Abiiiii.....

 

Gelen Tutku'dan başkası değildi ve orada çalışıyordu:

- Bugün birisini size çok benzettim ve aklımdaydınız, şimdi sizi görünce gözlerime inanamadım...

 

Hemen Yeni Türkü, o bardaki dinleti muhabbeti başladı - ki biraz daha uzasaydı, karşımda işinden kovulmuş birisi duracaktı.

 

Bugün o dinletinin üzerinden tam 8 asır geçtiğini fark ettim;

bunun 799 senesi son iki haftaya aitti. Çok zor bir dönem geçirmiştim ve aklımda sevgili Murat'ın öğrenciyken anlattıkları vardı.

 

Bizim fakültede Protez stajı kabus gibi bir dönemdi. O iki ay boyunca o stajdaki öğrenci son gün - son saniyeye kadar  yapmak zorunda olduğu 20 protezi yetiştirmeye çalışırdı. Protez stajındaki öğrenci, saçından, üstünden, başından, perişan halinden hemen belli olur, acınarak izlenirdi - aslında izlenemezdi çünkü ne kantinde, ne bahçede onları kimse göremezdi.

 

Murat benden bir sınıf büyüktü ve anlattıklarını hep hayranlıkla, hep merakla dinlerdim.

 

Protez stajını ucu ucuna bitirmişti;

ilk işi kadife bir pantolon giyip sokağa çıkmak,

ellerini cebine sokup, saaatlerce nereye olduğu fark etmeden ıslık çalarak yürümek olmuştu.

 

Bu anlatımı feci iz bırakmıştı belleğimde, daha doğrusu yüreğimde;

anlatırken sanki protez stajını ben bitirmiştim,

sanki o kadife pantolonu ben giymiştim,

o ıslık çalan, o elleri cebinde serseri serseri sokaklarda dolanan sanki bendim.

 

İşte bugün 8 asrı ardımda bırakmıştım;

çok ağır barajlı bir stajı bitirmiş, bitmesine karar vermiş, Arşimet gibi olmasa da dışarıya fırlamıştım.

 

Bir tek pantolonum kadife değildi;

ama ellerim ceplerimde, nereye gittiğimi hiiiç bilmeden şehrin sokaklarını dolanıyor,

bir yandan denize giden yolu arıyor, bir yandan da ıslıkla Yeni Türkü'nün şarkılarını çalıyordum.

 

** ** **

 

Bu ara Ankara'da bir Yeni Türkü konseri olsa keşke;

tam da bu havamla ona gitsem keşke,

tam o havamla otursam da o gece,

2018'de okuyacaklarımı yazsam keşke.

 

Keşke;

keşke ama,

hadi şimdilik neyse...

 

 

düş hekimi yalçın ergir

 ta kendim gibiyken,

 ta kendisi gibilerle yolları yeniden aynı denize çıkmışken /

10 mart 2010 - sabaha bağlanırken

ve yaşam göze aldıklarının ta kendisiyken)

 

** ** **

 

 

 

 

(9 Mart 2002 gecesi 10 Mart 2002 sabahına bağlanırken yazılmış yazı)

yepYENİ TÜRKÜ

 

Küçücük bir barın kapısında ve çevresindeki sokaklarda “Yeni Türkü Konseri” afişini gördüm.

 

Üç gece önce, sırf Muammer Ketencoğlu’nu dinleyebilmek aşkıyla, yine böyle küçük bir bara gitmek zorunda kalmış, dumandan boğulmamak, güya dinlemeye gelmişlerin gürültülerinden kurtulmak için canım Ketencoğlu’nun tadına varamadan yarısında çıkmıştım.

 

Ve takılıp kalmıştı aklıma; ekranlarda bize sanatçı diye dayatılan ucubelerin değil ama kültür ve kalite olarak çok ileri noktalardaki müzik insanlarının, sanatlarını böyle ortamlarda mı icra etmek zorunda oldukları sorusu.

 

Bu sefer de allak bullak, “n’apsam ki, gitsem mi acaba? “diyerek, kapısında olduğum dünya ile “Yeni Türkü” afişini bağdaştırmaya çalışıyordum. Hani şu havai fişek gibi gökyüzündeyken ışıklar saçarak darmadağın olan, yepyeni katılımlarla Derya Köroğlu’nun merkezinde yeniden oluşan yepYeni Türkü’nün afişine bakarken.

 

N’oluyordu da, bu “stadyum konseri” verse doldurabilecek, Rumeli Hisarı’nın tarihine geçmiş grubun dinleyicileriyle buluşacağı ortam, Ankara’da küçük bir bar olabiliyordu?

 

“Fırtına” şarkılarında olduğu gibi, hayat onları yenilemiş, yolları bozkırlardan geçmiş, bu sokaklarda, bu gölette mı arıyorlardı, çıkacakları denizi?

 

Ve bastım tetiğe; dalıp öğlen bile karanlık olan bara, bir yer ayırttım akşama.

 

** ** **

 

Ekip yerini aldı; akortlar yapıldı ve Derya, sanki öyle doğmuş gibi kabarık, kıvırcık saçlarıyla üç metre ötemde;

... o kadar sevdim ki resmini...     diye, o kadar sevdiğim şarkısını söylemeye başladı.

 

Ardından, Murathan Mungan’ın sözlerinde;

...yaredir sinede, eski sevgili, eski günler...  diye karanlık duvarlarda Maskeli Balo yankılanmaya başladı.

 

Dinleyicilerin büyülenmiş hallerini görebiliyordum. O kadar içten, o kadar mükemmel çalıyorlardı ki, bu genç kadroya DA aşık oldum.

 

Uçuyordum, bütün dinleyiciler uçuyorduk. Ben de dahil olmak üzere, insanlar cep telefonlarını masalarına koymuşlar, kim bilir kimlere,

nerelere, hangi yüreklere “Sonbahardan Çizgiler”i, Vira Vira Demir Alan Dünya’yı dinletiyorlardı.

 

Artık orada ben yoktum; biz vardık – “biz bar”dık. Biz bizeydik, hepimiz mutluyduk; onlar çalmaktan, biz dinlemek bıkmıyorduk, hepimiz ayakta alkış tutuyor, eşlik ediyorduk.

 

Güya bir saat sürecek konserin üçüncü saatine girmiştik. Ne biz bitsin istiyorduk, ne de onlar bitirmek.

 

Sesler kısılmış, resmiyet tekme tokat dışarı atılmış, maskesiz bir baloda aynı yöne bakarak şarkı söyleyen, yağmur sesiyle düşleri çoğalan bir demet günebakandık.

 

Az ötemizde Can Yücel’in kadehini bize doğru kaldırdığını görür gibiydik. Gönlümüz kuş gibiydi; parlak yıldızlar, zamanın esaretinden kurtulmuş

çocuklardık o zaman.

 

Artık konser bitmek zorunda kaldığında, dünyanın kapılarından girip, ellerim ceplerimde, boş Ankara sokaklarında ıslıkla “Dönmek”i çalarak, yürüye yürüye eve dönmeye başladım.

 

** ** **

 

Ben neden kırgındım ki, eski Yeni Türkü'nün yerine, yeni bir Yeni Türkü kuran, eski kadroyu bir arada tutmak için yeterince gayret göstermediğine inandığım Derya Köroglu'na?

 

Belki gecikmiş bir “Allahaısmarladık”tı gidenlerinki, eskimiş bir “güle güle”ye.

 

Murathan Mungan demiyor muydu, “aslında giden değil, kalandır terk eden”

diye, virtüöz Selim Atakan’ın bestesinde?

 

Tut ki haksızdı Derya; tut ki ayrılanlar doğru, “kalan”dı eğri olan.

 

Ama bu akşam dinlediklerimin tümüne yakını Derya Köroğlu bestesi değildi de neydi?

 

Bu besteler değil miydi, derin izler bırakan hayatımda; okulun duvarında otururken de, askerliğimi yaparken de, bir gece simsiyah dikiz aynalı bir arabayla Ankara'ya dönerken de hep yanı başımda olan?

 

Bu aşk yeniden değil de neydi; bir başka milenyumda, rüzgarlı bir akşam vakti, beni duman altı bir ortama götüren, gecenin bir vakti eve uzun yoldan döndüren?

 

Gerisi ilgimi çekmiyor artık. Gözlerinde Olympos’un ateşini gördüğüm Derya Köroğlu’nun da, bu pırıl pırıl, müziği çok iyi özümsemiş oldukları her notalarında belli, ellerinden geleni yapan bu gençlerin DE hakkını vermem gerekiyor.

 

** ** **

 

Yüzlerce “düzgün” tanımlı adam var çevremde. Yüzlerce "Bay Düzgün",

ufkuma, yaşamıma, hiçbir şey katamayan "düzgün"ler sürüsü.

 

Ben, bu serin Ankara gecesinde bilerek ve isteyerek; “kalan”ı, “asıl terk eden”i, “suçlu”yu, "Bay Eğri"yi seçiyorum;

bana “mavi”yi armağan eden, ruhumu düzgün gösteren Lunapark aynasını;

 

eğer

"bu" hayat benimle başladıysa

ve benimle bitecekse;

“bu” gönül hala “benim”se

ve sevmek birçok şeyi göze almaksa...

 

 

düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com

 

ta kendim gibiyken,

ta kendisi gibilerle yolları yeniden aynı denize çıkmışken /

10 mart 2002 - sabaha bağlanırken)

 

** ** **