yolculuk ne yana
bu sabah ayazında
geçmek yok anlatmadan
diken kafalar’a
dünya insanında
düşünce hep para
düşünde para yoksa
düşer mi hiç yollara...
Düşer;
ama düşünde para olduğu için değil -
olmadığı için düşer yollara.
Dünya insanı düşler;
bir düş hekimi sabah ayazında atlar bir otobüse,
6011 senede yürüye yürüye, yavaş yavaş aceleyle,
Kavaklıdere’ye dönmek üzere Esenboğa’ya gider.
** ** **
O
Pazar sabahı kış güneşi yükselirken, düş hekimi cebinde
10 liralık bilet, sırt çantasında bir termos çay, yedek
düşört, dünyanın en şeker portakalı, olmazsa olmaz
kulaklığı, içinde tarifsiz bir sevinç - havaalanında
otobüsten iner.
Elbette, ne CIP ne de VIP salonu beklemektedir onu; o
giysilerle, o tiple.
Otobüsün diğer yolcuları bir uçağa binip
kanatlanacaklarken gökyüzüne;
o
kanatlanmak istemektedir Kavaklıdere’ye.
Havaalanındaki kuşlar neler düşünmektedir acaba, zavallı
uçakları gördüklerinde?
Belki oflaya puflaya havalanan bir uçağın önünden geçip
2 ters 1 düz takla mı atmaktadırlar, ya da bir pike
çekip yere teğet geçerken, yakın gözlüğünü takmış bir
uçak yolcusu Richard Bach’ın “Martı”sını mı okumaktadır
bininci defa – asla uygulamamak üzere?
** ** **
Kanatsız albatros başlamıştır yerden uçuşuna;
o
koca düşü - o: “Kanatlarım Olsaydı” şarkısıyla:
KANATLARIM OLSAYDI
kanatlarım olsaydı
beni alıp – uçursaydı
okyanusları
başı karlı dağları
güneşsiz ormanları
ardımda bıraksaydı
kalpler kavuşsaydı
özlem son bulsaydı
aşk yeniden nefes alsaydı
kol kırık, hatta olmasaydı da
bağlanmış, kucaklamasaydı da
bacaklar ruha uymasa da
kanatlarım
ol_sa
** ** **
neye yarar kollar
sevgiyle sarılamayınca
sağlam bacaklar,
sana kavuştur(A?)mayınca
uçmak uzaklara
kendi kanadınla
varmak sonsuzluğa
sonsuzluk varmadan sana
aşılmaz yollarda
yaşanmaz yıllarda
başlanmaz muhteşem aşklarda
kol kırık, hatta olmasaydı da
bağlanmış, kucaklamasaydı da
bacaklar ruha uymasa da
kanatlarım
ol_sa
kol kırık, hatta olmasaydı da
bağlanmış, kucaklamasaydı da
bacaklar ruha uymasa da
kanatlarım
ol_sa
…
Yandaki mutfaktan bir bardak su getirmeye üşenecekken
şehirde olsa;
kilometreler - kilometreler geçerken altından hiç
farkında değildir artık yolun uzunluğunun – yola istekle
çıkan hiç kimsenin farkında olmayacağı gibi.
Böyle yolculuklarda günlük ortamlarda asla aklına
gelemeyecekler gelir insanın aklına.
Böyle yürüyüşlerde selamlaşır insan hiiiç
tanımadıklarıyla,
bazen bir kamyonet, bazen beyaz bir araba durup “şuraya
kadar gelebilirsin” diyebilir ve sevgiyle teşekkür
edilip yürümeye devam edilir.
arabadayken duymayacağı köpek havlamalarını, hatta
arabadakinin duyamayacağı kendi arabasının sesini
duyabilir,
burnuna doğanın kokusu gelirken yerdeki bin iki detay
kendisini cömertçe sergileyebilir,
rezervasyonsuz, çok kibar maskeler takmadan girilemeyen
– ne yediğini anlamadığını söylemeye utanıp bir ailenin
bir haftalık geçim parasını ödemeden çıkılmayan butik
restoranlarda, hatta bir sarayda göremeyeceği kadar
sıcak, nar gibi kızarmış çıtır çıtır ekmekleri, mütevazı
Sarayköy’deki bir fırının önünden geçerken görebilir,
o
mis gibi kokusu yakanızdan fırının sımsıcak dünyasına
çekmişken, yola el değmez yürek sıcaklığında bir ekmek
yenilerek devam edilebilir,
açık ara çoğunluğun ekmeğini taştan çıkarttığı bir
dünyada, o ekmek yol üstündeki bir taşın üzerinde
kardeşi demli çayla yan yana durabilir, belki Broadway’e
değil ama seni eskiii öğrencilik yıllarının içi dışı
dolu tiyatrolarına götürebilir.
O
yürüyüşte görebilirsin televizyonda reklamlarını
göremeyeceğin sıcacık evleri, pet-shop’larda duramayacak
şirin suratlı köpeği.
Belki Esenboğa’dan hiçbir dönüşünde duyamadığın
mutluluğu duyabilirsin içinden doya doya geçeceğin
Hasköy çıkınca karşına.
Artık evine gelmiş gibi olursun Ulus’a geldiğinde – hani
herkesi kucaklamak isteği bir arkadaş sohbeti felsefesi
değil içinden tam o sırada geçenin ta kendisiyken.
Güneşte bir başka parlar camlar, önünden geçtiğin ve
tepesinde “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” yazan bir
ilim yuvasında.
Her dakikayı bilirken hiç istemediğin birisinin yanında,
ya da gitmek istemediğin sana sunulmuş zorunlu bir yolda
–
saati değil sadece takvimi çalışsa da olur, kendi
seçtiğin bu izahı zor yolda.
Sanki bir kış olimpiyatında rampadan son sürat aşağı
iner gibi inersin Ulus’tan Opera’ya. Sanki oradan
sıçrayıp konacakmışsın gibi Sıhhiye Meydanı’na.
Belki ancak Esenboğa’dan yürüyerek gelenlerin
görebileceği kalp şekilli bir su birikintisi vardır
kaldırımda. Sanki hala oluklu pembe – gri kare kaldırım
taşları vardır Atatürk Bulvarı’nda – bozuk para atıp
tartılınan bir otobüs durağı yanında.
Yürümeye başlayışından sanki bir göz açıp kapayışta
gelmişsindir Büyük Sinema’nın, Piknik’in, Güven
Abidesi’nin Kızılay’ına,
oradan da Bülten Sokak’a.
** ** *
Bir ödül, bir “gelin” beklemektedir seni Kebap 49’a
vardığında;
ayaklarına ak sular inmiş - sırt çantanı fırlatıp yan
sandalyeye attığında.
O
anda Ezo Gelin çorbasından daha güzel bir çorba var
mıdır acaba Dünya’da?
** ** **
Otururken için ısınsa da, soğumuş – artık takır takır
olmuştur bacakların, o Pazar, “Bir yürüyüp geleyim...”in
ardında.
Garsonlar acıyıp kapıyı açarlar masadan mumya gibi
kalkışın karşısında.
Birkaç hafta önce başarılı bir tüccar dünya bakır
endeksini bilmediği için:
“Sen Uzaydan mı geldin yoksa?” diye sormuştur ona -
içinde sevgi olmayan gülümser bir suratla.
Ona verecek Kızılderili yanıtı vardır artık;
bir Albatros gibi kanatları olmasa da,
bir Esen Boğa gibi hissedilmiş,
ardında “zaman izi” bırakılmış bir yolculuk sonunda…
düş hekimi yalçın ergir - 25 aralık 2011 pazar /
gece
http://www.ergir.com
“Yolculuk Ne Yana?” ve “Kanatlarım Olsaydı” şarkı
sözleri:
düş hekimi yalçın ergir
2. ve SON defa 20 Ocak 2012’de ODTÜ’de sergilenecek:
“Sonsuza Dek Aşık, Sonsuza Dek Genç” Fantastik
Müzikalinden
(görsellerin büyük halleri için üzerlerine tıklanabilir)
|