o yıllarda çocuk olunca;
ortamını bulunca...
(beş parçaya bölünmüş öykü)
öykü
- 1:
- … mahallemize gelen simitçinin tablasında bir de zil
vardı; çocuklar uzaktan duyardı gelişini.
Alabilecek 25 kuruşunuz yoksa beşe böler, 5 kuruşluk
satardı;
böylece canı çok çeken de yiyebilirdi o mis gibi simidi.
Sokak kedilerini, köpeklerini de besleyen bir
simitçiydi;
o zilin sesi sokağın ucundan duyulduğunda, çoluk,
çocuk, kedi, köpek, koşa koşa karşılardı kendisini…
Bunları anlattığı sırada bir Yargıtay üyesi değil,
cebinde beş kuruşu kalmamış öteki dört arkadaşıyla
birlikte simit yiyen bir çocuktu sevgili
Mustafa Demirdağ.
Bir simitçi nasıl olabilirdi zaten 1950’lerde,
1960’larda doğmuş çocukların dünyasında –
bir futbol takımı amigosu (Eskişehirspor amigosu
Orhan) Mersin İdmanyurdu deplasmanı öncesi
taraftarlara gazetede bildiri yayınlayıp:
-
“Bu ay kış ayıdır. Odun, kömür alınacak, sobalar
kurulacak, kışlık erzak temin edilecek; Mersin’e gidip
paralarınızı tüketmeyin…”
derken?
öykü
- 2:
Bir bisikletin fren izi gibi, yüreğinde yılların derin
izini taşıyan bir hanımdı. Ortamını bulmuş, daha
güzelleştiren kırış kırış gözleriyle, tek damla gözyaşı
damlamadan anlatmıştı:
Küçük bir kız çocuğuydu.
Gözlerini kısmış, bisikletiyle o zamanlar bomboş olan
Necatibey yokuşundan aşağıya uçarak iniyordu.
Okuduğu Sarar İlkokulu’nun az ötesinden yatarak sola
dönüyor; acı bir frenle, sokağa siyah silgiyle silinmiş
bir satır gibi iz bırakıyordu. Ardından Cihan
Sokağı’ndaki evlerinin önünde duruyordu.
Sonra dayayıp duvara bisikletini, arkadaki kömürlüğün
üzerinde, mahallenin yakışıklısı Alpaslan Abi'nin
penceresine baka baka ip atlamaya başlıyordu.
Her zaman yara bere içerisindeydi. Dizlerinde kabuk,
pantolonunda sökük eksik olmayan bir kızdı. Annesinin
kışkışlayıp, çamaşırlarını astığı o kömürlüğün üzerinde,
penceredeki gitar çalan gölgeyi ararken aşağıya düşmüş,
yıldızları görmüş: “Herhalde öldüm...” sanmıştı.
Ve bisikletinden rahatsızdı birileri.
Küçük bir kız çocuğunun kanatlı atından şikayet vardı
annesine; istemiyorlardı bu huzur kaçıran demir atı
nedense. Dedim ya; birileri bayağı rahatsızdı işte.
Okuldan dönmüştü; kilidi bozuk çantasını fırlatıp
atacak, kanatlı atına atlayacaktı.
Bir kamyonet hareket etmişti evlerinin önünden,
kasasında da bisikleti duruyordu.
N’oluyordu?
O kamyonetin arkasında koşmaya başladığında - yüzlerce
kilometre uzunluğundaki Cihan Sokağı’nda, komşularının
kapalı perdesi aralanıyordu.
O
gün, o an, oracıkta büyümüştü.
- Bu bisiklet gidecek” dedi baban; yine şikayet
geldi… diyordu annesi.
Hiç ağlamadı.
Ne tek bir damla gözyaşı aktı gözlerinden;
ne de “bisiklet”e dair tek bir söz çıktı ilerideki
yıllarda ağzından -
ta ki bir başka yüzyılda
bunları küçük bir kız çocuğu gibi anlatacağı
ve
anlaşılacağı o ortamı buluncaya kadar…
öykü
- 3:
Saçlarında beyazlar, Depreme Dayanıklı Bina tasarımı
konusunda uzmanlaşmış bir İnşaat Yüksek Mühendisiydi
sevgili Cahit Kocaman. Bir yazının ekinde, bir tornet
planı gelmişti.
Aslında bir plan posta kutusuna düşmemişti
bir mühendis atlamış rulman tekerlekli tornetine
asfaltta öteki tornetlerle cayırtılar koparken,
masumiyet yıllarına doğru yollara düşmüştü.
Depreme dayanır, buna dayanamazdı. Kolları sıvayacak;
gelen tornet planını detaylandırıp, ölçülendirme,
şasesini sağlamlaştırmaya çalışacaktı.
Artık o bilgisayarın başında, beli lastikli kısa
pantolonu;
cebinde taşlaşmış kareli mendiliyle bir çocuk
oturmaktaydı.
öykü
- 4:
Koca adamdı; kalıbına bakan uzayı
kurtaracak sanırdı.
Oturup bir kalasa çiviler çakmış, iki ucunda daha büyük
çivilerden kaleler yapmıştı.
İşaret parmağıyla bronz bir 5 kuruşa fiskeler vurarak
gol atmaya çalışıyordu.
Küresel
kriz raporları açıklanıyor, kart ödemeleri yaklaşıyor -
o ise taca çıkmış 5 kuruşu, kenardan mancınık gibi
sahaya atıyordu.
Nasıl allak bullak olmuştu bir gün ablası büyüdüğünde -
artık onunla oynamak istemediğinde?
Bir fiske, iki fiske, hooop bir fiske daha;
kendi kendine beş kuruşu çivilere çarptırıp, çınlatarak
goller atıyordu.
Beş dakika sonrasını kestiremese de, o anda (yani
geçmişte),
beş kuruşluk servetiyle yeniden varlıklı ve müthiş
mutluydu.
öykü
- 5:
Oğlunu doktora getirmişti.
Muayene bitmişti, gidebilirlerdi; ama gidemiyordu. Oğlu
ona bakarken, o dalmış, o çakılmış kalmış, fotoğrafının
çekildiğini bile fark etmeden orada duran Tommiks’i
okuyordu.
Acaba o sırada Teksas’ın ilk sayısında yer alan Rodi’nin
öldürülen babasının isminin İhtiyar Lassiter olduğunu
hatırlıyor muydu?
Önünde bir top sekse peşinden koşacak, ip atlansa
dalacak,
bir taşa vursa sekerek bir daha vuracaktı.
Hamileliğin kadını erkeği yoktu; herkesin içinde bir
çocuk vardı;
ortamını bulduğu anda, o çocuk hemen bir tekme atıyordu.
O çocuk hiç doğup kirlenmiyor, kendince saklambaç
oynuyor;
hiç umulmadık bir anda düşler gelip buluyor,
pat diye “sobe” diyordu...
** **
** ** ** ** ** ** **
öykü
- 25:
Biz mahalle arkadaşım Soprano Leyla Çolakoğlu ile
birlikte
simidi beşe değil - susamlara böldük.
3 Mart 2012’deki 10. “evet; sevdik…”te,
farkında olmasalar da her daim çocuk kalanlarla,
bu öyküleri değil ama böyle öyküleri, böyle şarkıları,
yine coşkuyla
paylaştık.
Konu 1950’lerin 1960’ların mahallelerinde geçen çocukluk
olunca:
zemheri de olsa
tipiden, buz pisti yollardan dışarı çıkılamasa da
dün'cellenip, sahnede “10. defa” sunulsa da
"her"
yaştan
çocukların yine koşa koşa gelip salonu doldurduklarına,
gözyaşlarına, sahnedekilerin değil, izleyenlerin bis
yapışlarına,
hep
birlikte coşkuyla eski okul şarkıları söyleyişlerine
tanık olduk.
Ve bu
konuda bir tılsım;
bu
işin içinde bir düş
(ama ne düş) olduğunu,
onuncu defa anladık...
düş hekimi yalçın ergir -
http://www.ergir.com
T.C. DIŞİŞLERİ
BAKANLIĞI
mensupları eşlerinin dayanışma derneği DMEDD'e
(başta sevgili Canan
Koru, Cihan Erkula, Simay Gümrükçü & Berna Aydın olmak
üzere)
kalp dolusu
sevgilerimizle...
Leyla Çolakoğlu & Yalçın Ergir
3 Mart 2012 - Ankara Palas "evet; sevdik..." görselleri:
http://www.ergir.com/2012/bu_isin_icinde_bir_dus_var.htm
“evet; sevdik’in tüm masal yolculuğu:
http://www.ergir.com/evet_sevdik.htm
Milliyet Gazetesi'nden Güngör Uras’ın köşe yazısı:
http://www.ergir.com/2012/Gungor_Uras_Milliyet_Gazetesi.htm
|