fonda çalan midi: alone again (naturally)

 

 

 

Viyadükte Tek Başına…

(son macera)

 

 

İnsanların başına, “gelmesine izin verdiği” şeyler gelir.

 

Mesela bir A.V.M.’nde tren çarpma ihtimali pek yoktur;

ya da bir aslan saldıramaz tam belediye otobüsünden inerken.

 

Ama derin mavilerdeyse gönlün, bir tek senin vurgun yeme ihtimalin olabilir - tüm sınıf arkadaşlarının arasında;

ya da Doğan görünümlü bir Şahin değil, gerçek bir şahin kalkabilir önünden,

eğer Çankaya’da değil, Gelin Kayası’ndaysan.

 

Zehir gibi soğuk bir havada ve dondurucu rüzgarda, karlı dağlara bakan bir viyadüğün ortasında motosikletinin bozulması –

hava kararırken tek başına kalma ihtimalin yoktur,

eğer yoldan çıkmıyor, adam gibi evden işine, işinden evine gidiyorsan.

 

** ** **

 

Mamak viyadüğünün tam ortasındayım;

donacağım bu rüzgardan.

 

Bozuluverdi işte motorum tam ortasında, hem de son sürat giderken.

Hava da kararıyor, Levent Kırca parodisi sanki - her saniye ortalık daha da soğuyor. Ben karşıdan fotoğraf çekerken sadece motoru gören, birisi intihar etmiş sanacak.

 

 

Dün bir üniversiteye konuşma yapmaya giderken de Eskişehir Yolu’nda benzinim bitmişti; bir taksiyle devam etmiştim yola. İnerken de benzin parası verip:

 

- Bir saat sonra bir bidon benzinle gelip beni alır mısın?     demiştim.

http://www.ergir.com/2012/sokmensuerin_yazisindan.htm

 

Tabii ki parayı alıp toz olmamış, bir bidon benzinle gelmişti çıkışımda. Arabaya döndüğümüzde huniyle depoyla falan uğraşırken, koşa koşa gidip aracından bir de ıslak mendil getirmişti.

 

Şimdi acaba onu mu arasaydım cebinden?

 

 

Peki, bugün ne diyecektim??

 

- İyi akşamlar, ben Yalçın; hani dün benzinim bitmişti de bir bidon benzinle gelmiştiniz; bugün de gelebilir misiniz, bir sorunum var yine…   mi diyecektim?

 

- Ner’desin abi?   dediğinde

 

- Mamak Viyadüğü’nün tam ortasında… dediğimde büyük ihtimalle gelirdi;

ama:

 

- Abi yaa; kafa mı buluyorsun, rahat bırak beni…” de diyebilirdi.

 

Vazgeçtim aramaktan, hem motoru böyle bırakmak da tehlikeliydi. Viyadük dar olduğu için biri son sürat gelip geçirebilirdi.

 

Hava iyice kararmıştı; uzaklarda sarı ışıklar gözüküyordu.

 

 

Herkes bacası tüten bir evde, az sonra içeceği çorbayı bekliyordu. Ben ise ayazda, göz gözü görmez bir viyadükte tamirci bekliyordum. Derken tamirci geliyor ama “krank sensörü” bozulduğu için motorun çekiciyle götürülmesi gerektiğini söylüyordu.

 

- Sensin!... demek geliyordu o anda insanın içinden “krank sensörü - mensörü “ denirken.

 

Gittiğinde yine dişlere keman çaldıran soğukta bir viyadüğün ortasında tek başına duruyordum; zıplayarak şarkı söylesem ısınır mıydım??

 

 

Godot değil; bir çekici gelecekti, onu bekliyor,

battı balık yan giderken, durumun keyfini çıkartıyor,

donmuş parmak ucumla fotoğraflar çekiyordum.

 

Everest Ana Kampı’nda, Khumbu Buz Çağlayanı’nın üzerinde çadırla yatmış adamdım –

ama burada daha çok üşüyordum.

 

Herkesin evden çıkarken yanına bir fener, yaz kış muttttlaka bir Buff, bir yedek telefon pili almasının şart olduğuna inanıyor – elektronikten yine nefret ediyordum.

 

 

Mekanik arızaları zevkle ve süper parlak fikirlerle tamir edebilirken,

işin içine elektronik sensör - mensör (Sana benzer!..) girdiğinde mertliğin bozulduğunu biliyordum.

 

Aslında mutluydum;

çünkü ay kocaman doğuyordu ve ben bunu canlı izleyebiliyordum.

 

 

O sırada sıcak bir odada buz gibi insanlarla da olabilecekken –

buz gibi bir havada, sımsıcak detaylara tanık oluyordum.

 

Dakikalar değil, saatlerdir oradaydım; az ötemde rengi bile gözükmeyen bir araba dörtlülerini yakıp duruyordu. Göz gözü görmezken neler geliyor insanın aklına:

 

1- Çekici mi geldi acaba?

2- Hadiii; bir bela mı kapımda??

 

Neyse ki hareket edip gitti; anlayamadım neye durduğunu, ama vallahi korkmuştum pek çaktırmasam da.

 

Yeniden telefon ettim çekiciye:

- Yoksa gelmeyecek misiniz?

 

Yoldaymış,  “kayboldum” demedi neyse ki.

 

Sonra bir telefon daha ettim:

- Yoldayım biraz gecikeceğim, merak etme... 

dedim:

- Zindan gibi bir viyadüğün ortasındayım, biraz gecikeceğim, merak etme…’nin yerine

 

Köpek sesleri geliyordu. Bu civarda eskiden çöplük vardı; sürü halinde gezen köpek muhabbetlerini okumuştum geçenlerde - hani arabam bozulsa içeri girip nanik bile yapacaktım köpeklere,

ama bu durumda:

- Gel kuçu kuçu; sen ne şekler şeysin öyle… falan diyecektim en şeker sesimle

 

** ** **

Sonra sanki bir kara tren geldi siyah istasyonuma;

çekici gelmişti.

 

Milletin arabasını kıra döke götüren çekiciler bana hep itici gelmişti,

ama şimdi karakter atma zamanı değildi.

 

- Dondummm…   derken çekiciden çıkanlar, balina kadar ağır motoru yükledik oflaya pofluya.  Tam o sırada bir köpeğin gelip ısırması eksik kalmıştı dekorda.

 

 

DÜNYANIN EN SICAK aracındaydım.

 

Yanımdakilere:

- YANDIMMMM; N’OLUR AÇIN ŞU CAMLARI…  diye bağırabilir,

indiğimde kendimi COSSSS... diye karlara atabilirdim.

 

Tamir servisindeki bekçiye motoru bırakıp, şoför garip garip bakarken elimde kaskla, bir taksiye binmiştim.

 

- Ana yollardan git; eşkıyalar yolumuz kesebilir…    dememek için kendimi zor tutarken, inime gelmiş,

 çivi para maçı tahtasının, emziğin yanından geçip,

akşam yapılacakların listesini hazırlamıştım.

 

Listemi yolda kanalizasyona düşürmemeye kararlıydım;

şimdi şarjım bitmeden telefon etmeli, içinde bir işaret fişeği,

iki adet de can simidi olan bir taksi çağırmalıydım…

 

düş hekimi yalçın ergir  -  http://www.ergir.com