KORKU! (sıcağı, sıcağına)
İnsanların başlarına, gelmesine izin verdikleri gelir.
Mesela bir A.V.M.’nin yürüyen merdivenlerinde bir leopar saldırısına uğrama ihtimali, ya da yatakta yuvarlanırken azgın bir nehre düşme ihtimali yoktur.
Her insanın bir korku eşiği vardır. Kimi bir filmi yüzünü kapatan beş parmağın arasından izlerken, kimi bir kediden bile korkabilir. Kendimi genel olarak yumuşak huylu ama korkusuz bilirdim. Bunu çok ortamda doğruladığımı sanıyordum – ta ki bu güne kadar; çünkü çocukluğumdan beri bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum.
Bu satırları sol ayak bileğim şiş, kollar çizik içinde, aklımdan geçenler soğumadan, birebir paylaşabilmek dileğiyle yazıyorum
** ** **
Her şey Ortopedi Uzmanı - komple sporcu dostum Kürşat Teker ile, bayramın 2. günü, Bolu Cankurtaran’daki orman yürüyüşünü planlamamızla başladı. Tam bir Amazon olan, zirvelerin derya bilgili kızı Ebru Baydar da bize katılınca, Kurt Köpeği Mira’yı da aracımıza alarak vardık Dorukkaya’nın parkına ve sabahın erken saatinde yürüye yürüye düştük ormanın patika yollarına.
Müthiş mutluyduk, keyifli ve öğretici sohbetten nasıl yürüdüğümüzü anlamıyorduk. Önce inekler, köpekler kaldı gerimizde sonra da medeniyete ait her şey. Yeşil bir denizde yüzdük, yüzdük, yüzdük.
Sıcak iyice bastırırken patikadan da ayrılıp tepeye doğru, iyice yol vermez ağaçların arasına daldık. Dağ çilekleri, frambuazlar yiyorduk yol boyunca; GPS’imiz de vardı, nasıl olsa kaybolmazdık.
** ** **
Tırmandık, tırmandık, tırmandık. En rota bilgili Kürşat önde yürürken, Ebru ile biz arkadaydık. Mızmız, kondisyonsuz birisi olsaydı yanımızda mahvolacaktık.
Ve bir böğürtü duyduk arkamızda:
- Roaaaaarrgghhhh…
Biz Ebru’yla donakaldık:
- Kürşat, bu neydi??
- İnek olabilir…
Yok, yoook; bu sık orman tepesinde inek olamazdı?
- Yoksa Ayı mı?.. derken ses “çok yakın”daki ağaçların arkasından ve çok daha gür geldi:
- RROOAAAAAAAARRGGGGGHHHH… (bu sesi ne yazabilirim, ne taklidini yapabilirim – korkunç bir böğürtü diyebilirim ancak)
** ** **
Kürşat da, Ebru da, ben de, can havliyle - dallar çize çize yukarıya doğru kaçmaya başladık; bu arada Ebru düşüyor, kalkıyor, can pazarı yaşıyorduk.
Bu satırlar odada okunurken “kaçmak hata…”, “yere yatmak lazım…” gibi değerlendirmeler yapılabilir; ama o iş o anda öyle olmuyor işte. Korku – hiç tanımadığım kadar berbat bir korkuyla ormanda koşuyorsun en tepeye doğru.
** ** **
Üçümüz de tepedeydik ve biraz açık bir alandaydık. Hacettepe’de asistanken, Çamlıdere’den getirilen, ayı saldırısına uğrayıp, alt çenesi komple kopartılmış hastayı hatırlıyordum.
“127 Saat” filmini seyreder seyretmez, “gerekirse kayalara sıkışan kolumu kesebilmek” için aldığım bıçağımı çıkartmıştım. Ama o kadar zavallı kalmıştı ki o bıçak. Ne yapabilirdi o koca pençenin gücüne karşı, gözümün önünden bütün sevdiklerin geçerken? Bir de nasıl kıyabilirdim bir canlıya? Nasıl gözüne, boğazına denk getirebilmeyi içime sindirebilirdim?
Ebru bir arkadaşını aradı hemen. Ayıların saatte 50 km hızla koşabildiğini, yokuş aşağı daha yavaş olduklarını öğrendi. O ayının belki de yavrusu vardı ve bizi o sahadan böğürerek kovalamış olabilirdi.
Ayı hikayeleri çok okumuşsunuzdur. Hele haberlerden, birkaç sene önce Sibirya’da trekking yaparken ayı saldırısına uğrayan baba ile kızını, o sırada kızın annesine telefon edip haber verişini, ama ne yazık ki elden bir şey gelemeyişini hüzünle hatırlayanlar da vardır – http://www.milliyet.com.tr/kizinin-cigliklarini-canli-canli-dinledi/dunya/dunyadetay/18.08.2011/1428357/default.htm ama durum farklıydı, aday bizdik ve berbat bir durumun korkuyla tam ortasındaydık.
3 ayrı yöne gitmeyi konuşurken, bir arada olmaya karar vermiştik. Her taraf uçsuz bucaksız ormandı; biz şimdi o yoldan geri de dönemezdik. Tepenin öteki tarafından C gibi dolaşacaktık, ama çaresiz yine açıklıktan ormana dalacaktık. Sürekli telefonda Mehmet Ertüzün gibi erbapların bilgilerine başvuruyorduk.
Çok mutsuzduk, çok korkmuştuk ve kollarımız çizile çizile içerilere girmek zorundaydık.
- Roaarrgh…
Yine - ama uzaktan gelmişti böğürme. O yolu da değiştirerek - yine koşar adımlarla başka ağaçların arasına dalmıştık.
** ** **
Siz hiç uzaktan bir otoyol gördüğünde “accccayip mutlu” oldunuz mu? Oraya ne kadar yaklaşabilirsek, medeniyetten kaçmışlardan o kadar uzak olabilirdik (şu anda kim bilir nereye çarptığım bilek ağrısı da had safhada).
Yavaş yavaş espriler başlamıştı aramızda. Yok ayıya şunu diyecekmişiz, yok ayının gözlerinin içine bakacakmışız... vs vs.
7 saat yürümüştük ama 7 dakika gibi gelmişti. Peki, yorgunluk?? O da neydi, yenir miydi? Yılanlardan, kenelerden “hiç” korkmadan yüksek otların arasından aracımıza varmıştık.
Dorukkaya çalışanları çok yakınlara gelen ayıları anlatırken, geçmiş olsun derlerken, o dakikaları yeniden yaşamıştık. ** ** **
Bir sorulsa; “birimiz olsun ders almış mıydık?”
Buna yanıt veremezdik – çünkü o sırada izin durumlarını; Mihalıççık’taki su geçişini ne zaman yapabileceğimizi tartışıyorduk…
düş hekimi yalçın ergir (bayramın 2. gecesi)
kalem, bisturi tutan ellerin, barışla çarpan yüreklerin, ormanda savunma hazırlığı;
hem de haksızken, evlerine dalmışken & sivrilen artık kalem ucu değilken...
|