YAŞAMDA (herhangi) BİR ÖĞLEDEN SONRA
Saat 1'e geliyor; 2005 senesinin bir Ekim gecesinde, biten bir imza günü yazısının sonuna: “Sahurda Polatlı’ya çorba içmeye gelen?...” satırını koyup, yolara düşen ben değil miydim? http://www.ergir.com/yasamda_bir_gece.htm
O yüzden 2014 senesinin bir Temmuz öğleninde, işimi gücümü yoluna koyduktan sonra: "Hadi atlayıp bisiklete, Polatlı'ya gidip bi iftar yapayım..." düşünü kurmanın çok uzağında değilim.
** ** **
İlk defa bisikletle Polatlı'ya giderken yanıma su, çay, çubuk kraker, elma ve beyaz leblebi almıyorum, ilk defa kavuncuların tezgahlarında mola verince ikram kavunlarını - ilk defa Pala Remzi'nin Kamyoncular Konağı'nda mola verince ikram çaylarını tadamayacağım;
ama biliyorum ki bu 34 derecelik sıcaklığın, bu kızgın asfaltın, bu nefis mücadelesinin hiçbir fakültede öğretemeyeceklerinin de öğrencisi olacağım.
Yazıma burada ara veriyor, nefis bir zorluğu nefes nefese, yudum yudum yaşayabilmek için fonda Zara'dan "Bana Bir Masal Anlat Baba (Süper Baba)" çalarken yollarıma düşüyorum...
(20:31'e ancak yetişirim; bakalım dönüşte yine otobüs muavini Yeniceli Sedat'a rastlayabilecek miyim?)
5 dakika ara
** ** **
5 dakika ara dedik ama 5000 sene geçti sanki aradan.
Yoğun bir iş gününün başındayım; yoğun bir düş gününün de ardında.
O kızgın öğleden sonra 20:31'de Polatlı'da olabilme, kendi kendime "Aferin; yine iyi bok yedin!.." diyebilme hayaliyle basıyordum pedallara.
Güneşin saçlarının gerçekten alevden olduğunu da anlıyordum o kızgın asfaltta.
Tamam da, 745 yaldızlı bir otelin havuzundaki yatık dönerlerden daha - çok daha fazla Pegasus gibi hissediyordum kendimi o anda.
( 1 dakika ara veriyorum anlatmaya - yol boyunca ve şu anda defalarca dinlediğim: "2 Orta 1 Sade"nin linkini koyuyorum aşağıya - dinlenerek okunurken, aynı duyguları paylaşabilmek amacıyla:
** ** **
120 km süratle giden bir araçta gitseydim, bu kadar detay çıkabilir miydi acaba karşıma? Mutfaktan bir bardak su getirmeye de üşenebilecekken, yine:
- Hadi oğluuum, hadiiii; offff, pofffff... diye bir pedal daha basıyordum (2001 Ağustosu'nda bisikletle Eskişehir'e gidip, yük vagonunda döndüğüm) rampalarda.
Gözlerimi kapatmamak - kollarımı da iki yana açmamak için zor tutuyordum kendimi - yokuşun sonunda büyük ödüle kavuşup, kendimi yuvarlanan bir taş gibi aşağı salınca.
Güneş çiçeği tarları bu kadar mı güzel olurdu bu kadar yavaş giderken? Korkudan daha da yavaşlıyordum radarlı polis aracının farkına vardığımda (ya da Radar'ı yakaladığımda)
Traktördeki küçük Ömer:
- Ya, lastiğin patlarsa? diye sorduğunda:
- Evde oturanların lastiği patlamaz hiç... yanıtını veriyordum, pür dikkat inceleyen gözlere - dinleyen kulaklara.
** ** **
bu kadar terletebilir, bu kadar susatabilir & bu kadar mutluluk verebilir...
Pala Remzi'nin Kamyoncular Konağı'na varınca üstümü değiştiriyordum. Geçen gelişimde "bu akşam Polatlı'daki, kahveye gelirseniz maç seyrederiz..." diyen garson Ünal Can yine geliyordu yanıma:
- Siz doktordunuz değil mi?...
Kamyoncularla sohbeti çay içemeden yapmak çok eksiklikti. Belki de orucum bozulmuş & haberim yoktu o tadına doyulmaz sohbet sırasında.
** ** **
Gölgeler uzamaya başlarken, dudaklarımı bir ağaç kabuğu gibi hissederken, duruyordum bir kavuncunun yanında ve sesleniyordum ona:
- Selam; ben dayanamayacağım, sahura da kalkmamıştım, niyetimi bozuyorum - bir kavun versene...
- N'olur bozma; bak sana su vereyim bir ağzını çalkala, yüzünü, boynunu yıka, biraz soluklan sonra devam et yoluna. Biz de böyle aç susuz güneşin altında çalışıyoruz tarlada, sabahtan - akşama.
Yüzümü sanki dağlardan gelen bir serin ırmakta yıkıyordum o pet şişedeki suyu avuçlarıma boşalttıkça.
Kendime gelmiştim; devam edebilirim. Bol paralı nice insanda göremediğim mutluluğu görürken Temellili Gürsel Küçük'ün gözlerinde, el sallayıp vedalaşıyordum onunla.
Bazen bazı kavramların karşına bir kavuncu kılığında da çıkabileceğini, 3 dakika sonra geri dönsem belki de ne Kavuncu Gürsel'i - ne de bir kavun tezgahı bulabileceğimi düşünüyordum yine şevkle pedallara bastıkça.
** ** **
Akşam olur karanlığa kalırsın Derin derin sevdalara dalarsın Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni... (Divriği Türküsü)
Akşam olurken, sağımda Güneş batar - solumda Ay doğarken, yanımdan geçen araçlar "düt, düt, düüüt..." diye selamlarken ve iftara çok az kalmışken varıyordum Polatlı'ya; ya da Venezuela'ya, ya da Yeni Zelanda'ya.
Yine gelmiştim Şoförler Cemiyet Lokantası'na, tam 20:31'de "gerçek top sesi" ile ilk cacık kasesini kaşıksız dikiyordum kafama. 20:32'de ikinci cacık kasesi konuyordu Ezine'den gelen otobüs şoförü ve muavini ile paylaştığım masaya.
Karpuz, çay falan derken son Polatlı - Ankara otobüsünü kaçırdığımı da anlıyor, elimde bisiklet, sırtımda çanta, artık bir otobüs mü olur yoksa bir kamyon kasası mı, beklemeye başlıyordum yolun kenarında, renkli flüoresanlı minarenin karşısında.
Haydar geliyordu yanıma:
- Burada bekleme almazlar; ışıklarda bekle. Ben de Ankara'ya gideceğim; duran otobüslerden tekine atlarız kırmızı yandığında.
Bisikleti yalvar yakar koyup bagaja, dalıyorduk otobüse; ilgiyle halimizi süzen yolcuların arasından geçip oturuyorduk arka koltuğa.
** ** **
Bugün yeni bir sabah ve çoook iş var yapılacak. Yaparız n'olacak; yeter ki hep: "herhangi bir öğleden sonra..."nın düşleri beklesin kapımda, kapında....
düş hekimi yalçın ergir
(bir başka Ağustos öğleden sonrası)
|