“Süper Baba” dizisi deyince, neler titrer durulmuş sularda?
(fonda: https://youtu.be/6GkSKD70LSg )

Yeni Türkü’nün “Bana bir masal anlat baba...”sı başlar içindeki denizde ve Çengelköy’e dönüşür oda; ardından da Çengelköy’ler, Kuzguncuk’lar dönüşür masala.

Sulhi Dölek’in yazdığı Süper Baba’da, Fiko’nun dostu Nihat rolüyle yer alan, ya da Rıfat Ilgaz’ın yazdığı Hababam Sınıfı’nın 3 filminde yer alan Sümer Tilmaç, bu akşam aramızdan ayrılıp, Rıfat Ilgaz’ların, Sulhi Dölek’lerin, Kemal Sunal’ların, Melih Kibar’ların yanına gitti.

Dünkü yazımda “Başka Türlü Bir Şey”, Can Yücel demişken, 
şimdi Rıfat Ilgaz derken - eğer:
“Bana bir masal anlat Yalçın; içinde İstanbul olsun...” diyorsanız uykudan önce, 1950’lerin Kuzguncuk’undan bir kesitle ve alkışlarla uğurlamak istiyorum Sümer Tilmaç’ı bu gece.

Okuyacaklarınız Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz’ın bana anlattıkları; dinlemeye ve yazmaya doyamadıklarım (umarım kendisi çok daha detaylı bir şekilde anlatır, yakında çıkacak kitabında).
** ** **

KUZGUNCUK’TA BİR ÇOCUK

Küçük bir çocuktu Aydın.

Babasının; yani bir ülkenin yedisinden yetmişine bağrına bastığı “Hababam Sınıfı”nın “öğretmen” yazarı Rıfat Ilgaz’ın günümüzde ders kitaplarında okutulan şiirlerinden ötürü polis tarafından arandığı yıllardı.

Öyle ki, kız kardeşi Yıldız’ın doğumunda bile babası hastane bahçesine gizlice gelebiliyor, doğumu pencereye işaret olarak konan yastıktan öğrenebiliyordu. Bu buruk doğum haberi daha sonra Sarı Yazma kitabında da yer alacaktı.

Güzeller güzeli annesi Rikkat Hanım da Pertev Niyal Lisesi’nde öğretmendi ve onun maaşıyla kıt kanaat idare ediyorlardı. Baba Rıfat Ilgaz arandığı için annesinin de işi tehlikedeydi. Bir gün Beşiktaş vapur iskelesinde buluşuldu; küçük Aydın’a durumu anlattılar: annenin işinden olmaması için boşanmaları gerekiyordu. Boşandılar.

Önce küçücük kardeşi Yıldız ve annesiyle Çengelköy Bakırcılar Sokak’taki büyükannenin evinde kaldılar, daha sonra 1951’de Kuzguncuk’a, kagir eski bir Rum evine taşındılar.

Aynı duvarı paylaşan cami ve kilisesiyle, sakin, her dem yardıma hazır mütevazı insanları, İcadiye Caddesi, parke taşları, bostanları, iskeleye yanaşırken “vaat – vaat” diye düdük çalan ince uzun vapurlarıyla Boğaz’ın Anadolu Yakası’ndaki şirin mi şirin bir hoşgörü semtiydi Kuzguncuk.

Bir zamanlar Marko Paşa’nın evi olan Kuzguncuk İlkokulu’na gidiyordu Aydın. Evlerinden gelen giden vapurları görebiliyor, hepsini tanıyor, okuma yazma bilmeyen kardeşi Yıldız: 66 Boğaziçi, 71 Halas, 68 Güzelhisar diye vapurları sayabiliyordu.

Arkadaşlarıyla bellerine ip bağlayıp kendilerini tertemiz Boğaz sularına bırakıyorlar, küçük motorlu bir kayığın gücünü aşamadığı Boğaz’ın akıntısında - girdapların az ötesinde yüzmeyi öğreniyorlardı.

Tabii mayoları olmadığından çoluk çocuk elbiselerini tahta minareli Cemil Molla Cami’nin bir köşesine gizleyip serin sulara anadan doğma atlıyorlardı. Bir keresinde ders olsun diye arkadaşlarının babası Polis Mehmet elbiselerini aldığında, bir yandan ağlıyor, bir yandan da tek elleri önlerinde - tek elleri arkalarında Kuzguncuk sokaklarında çırılçıplak arkasından koşarak yalvarıyorlardı.

Artık balık gibi yüzmeye başladıklarında, parke taşlı yollardan ağır ağır geçen kamyonların arkalarına atlayıp Kandilli’ye gidiyorlar; Kandilli Yokuşu’nu çıkarken yavaşlayan kamyondan atlayıp kendilerini Boğaz’ın akıntısına bırakıp son sürat Marmara’ya – evlerine doğru gidiyorlardı. Akıntıya atladıklarında, ortadaki girdabın dışından Boğaz’ın ortalarına geliyorlar, akıntının makas yaptığı yerleri çok iyi bildikleri için Sarayburnu tarafına giden akıntıya geldiklerinde tramvay gibi akıntı değiştiriyorlardı. Çengelköy’ü geçtikten sonra Paşa Limanı önlerinde Cahide Sonku’nun kocası Mithat Nemli’nin binasına doğru yüzüyorlar, Zeki Müren’in Bahçıvan filminin de çekildiği Şevket Mocan’ın köşkünün önündeki ters akıntıya geçip, Kuzguncuk vapur iskelesine varıyorlardı.

Bu akıntıya kaptırıp gitme işi öyle olağan bir hale gelmişti ki, Boğaz’ı gören evlerindeki annesi, küçük Aydın’ı merak ettiğinde camdan bakıyor, oğlu Boğaz’ın ortasında arkadaşlarıyla akıntıya kapılmış çırpınıyorsa içi rahat ediyordu.

Bir de vapurlara dadanmışlardı. Gizlice atladıkları vapur, iskeleden ayrılır ayrılmaz don gömlek kaptan köşküne çıkıyorlar, camı tıklatıp kaptanı kızdırıyorlar, kovalanırlarken o yükseklikten denize atlayıp kıyıya yüzüyorlardı.

Aslında kaptanlar da tanıdık olmuştu. Şevket Mocan’ın yalısının yanında emekli bir paşa otururdu. Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri her cumartesi vapura bindiklerinde, tam paşanın evinin önünden geçerlerken paşaya tempo tutup selam veriyor, kaptan uzun uzun vapurun düdüğünü çalarken, paşa da selamla onlara karşılık veriyordu.

Bir gün kapı çalındı; Aydın kapıyı açtığında karşısında susmasını işaretleyen babası Rıfat Ilgaz duruyordu. 

Artık orada saklanacaktı.

Komşuları Polis Şaban’a durumu anlattılar. Polis Şaban, İstanbul vali ve belediye başkanı Ordinaryüs Profesör Fahrettin Kerim Gökay’ın vilayet binasındaki koruma görevindeydi. Doktor olduğu için Fahrettin Kerim’in kızınca belden su aldığını sanıyorlardı.

Polis Şaban dostça merak etmemelerini, kendisinin durumu bilmeyeceğini söyledi. Böylece evde gizlenen babalarıyla yaşam başlamıştı. Dışarıda, sivil polisler gelip gitme olacak mı diye evi kontrol ederlerken, öğretmen Rıfat Ilgaz çocuklarına ders çalıştırıyordu.

Eve bir gelen olursa kapılar kapatılıyor, tüberküloz hastası Rıfat Ilgaz ses duyulmasın diye içeride yastığı yüzüne kapatarak öksürebiliyordu. Arada kontrol amacıyla eve Rıfat Ilgaz imzalı telgraflar geliyor, anne Rikkat Hanım da sanki kocasının nerede olduğunu merak ediyormuş gibi izlene, izlene postanelere gidip kocasını arıyordu.

Evlerine mahkemeler ve diğer konulardaki haberleri Can Yücel getiriyordu. Bir gün Can Yücel, küçük Aydın’a bir avukata toplatılan “Devam” adlı şiir kitabıyla ilgili bir dosya götürmesi gerektiğini söylemişti. Bu avukat daha sonra Türk siyasetindeki kilometre taşlarından birisi olacak Mehmet Ali Aybar’dan başkası değildi. Mahallenin çocukları bu olimpiyatlardaki yüz on metre engelli koşucumuz ve Balkan Şampiyonu Mehmet Ali Aybar’a hayrandılar. Aybar’ın eşi ile bir Johnson motor gibi Boğaz sularını kat edişlerini izlerler, bir yandan da komünist diye tanıdıklarından, korkarlardı.

Bu korku kendini deniz kıyısında oturan Nazım Hikmet’in teyze kızı Sara Hanım’ın evinin önüne gidip hep bir ağızdan “komüniiiist, komüniiiist” diye bağırdıklarında da kendisini göstermiş; Sara Hanım da kendilerine yukarıdan su dökerek cevap vermişti. Akşam evde durumu Rıfat Ilgaz’a anlatınca ve baba da bu işe çok kızınca, ertesi gün gidip özür dilemişler, şekeri hak etmişlerdi.

Aydın’ın bir arkadaşı vardı, evlerine gelir giderdi ve baba Rıfat da içeride gizlenirdi. Bir gün evlerine gittiğinde arkadaşının babası Aydın’a kötü haberi verdi:

- Söyle babana hazırlansın; yarın onu almaya geleceğiz...

Arkadaşının babası kendisini gemilerde müfettiş olarak tanıtan bir sivil polisti ve Aydın arkadaşına, arkadaşı da babasına evin gizli sakininden söz etmişti.

Aydın durumu ağlayarak babasına söylemiş, Rıfat Ilgaz da:

- Söyleyin, Berber Emin gelip tıraş yapsın... demişti.

Ayların uzamış saçı kesilmiş, sinekkaydı tıraş olunmuş ve babayı alıp götürmüşlerdi.

Anne ve babasının en uzun birlikteliği bitmişti.

1955 yılıydı; bir gün büyük bir panik yaşandı. Kuzguncuk’un Rum sakinleri kendilerine ve diğer dost bildiklerinin evlerine sığınmıştı. 6-7 Eylül olayları yaşanıyordu; gözü dönmüş bir kalabalık “Atatürk’ün Selanik’teki evini bombaladılar” haberiyle galeyana gelmiş, ortalığı yakıp yıkıyordu. Karşı kıyıda ateşler yakmış bir kalabalığın ilerleyişi görülüyor, uğultusu Kuzguncuk’tan duyuluyordu.

Ertesi gün karşı kıyıya geçti; İstiklal Caddesi’ne gitmeye çalıştı Aydın. Sıkıyönetim ilan edilmiş, Beyoğlu’na giriş çıkışlar kapatılmıştı. Ama Aydın bir binanın altından bir geçit biliyordu ve Beyoğlu’na çıkabilmişti.

Gördüğü manzara inanılmazdı. Dükkanlar yakılmış yıkılmış, yağmalanmıştı. Buzdolapları o hırsla ikinci - üçüncü katlara çıkartılıp pencerelerden yollara atılmıştı. Sokaklarda vitrinlerden atılmış deniz motorları dururken Beyoğlu adeta kumaşla kaplanmıştı. Yüzlerce metre top kumaş tramvayların arkasına bağlanarak açılmış, jiletlerle ufak ufak parçalanmıştı. O bisikletine hep almak istediği şarj dinamosu bile bir dükkan vitrininden sokağa fırlatılmıştı.

İstanbul, İstanbul olalı böyle bir ayıp yaşamamıştı, yaşamayacaktı.

** ** **

Derken yıllar birbirini kovaladı
ve Boğaz’dan çok çocuksuz sular aktı.
Artık pek çok iskeleye uğramaz oldu Boğaz vapurları,
güzelim iskeleler boynu bükük, üzerlerindeki yazılarıyla kaldı.
Boğaz’ın bakir sırtları doldu taştı, yalıları birer birer yandı,
yeşilin yerini beton, sevginin yerini rakamlar aldı;
Kuzguncuk’un güzelliği, Göksu’nun alemi, Küçüksu’nun küçüklüğü hep şarkılarda kaldı.

Rıfat Ilgaz şimdi milyonların sevgilisi;
Hababam Sınıfı, Cumhuriyet Türkiye’sinin en klasikleşmiş eserlerinden birisi.

Yukarıdaki anlatılanlar ise Sarı Yazma’sından Karartma Geceleri’ne babasının eserlerini yeni nesillere taşımaya çalışan, her yıl Cide’de kültür festivalleri düzenleyen, öykü yarışmaları, şiir yarışmalarıyla gençleri kaleme kağıda teşvik eden - yemeğinden sohbetine, “alelacele” bir toplumda - kazanmamaya tutuklu bir yayınevi sahibi, akıntıya kulaç atan Kuzguncuk’un küçük çocuğu Aydın Ilgaz’dan sabaha karşı dinlediklerimin özeti.

** ** **
Çengelköy’ün Nihat’ı: Sümer Tilmaç’ı da uğurladığımız gecede; 
Rıfat Ilgaz öğretmen, Can Baba (Yücel), Aydın Ilgaz, Uğur Yücel, Kuzgun Acar, Oktay Rıfat,
Kuzguncuk'taki İsmet Baba’nın girişinde isimleri yer alan: Kör Seyfi, Ruhi Baba, Tapucu Ömer, Pala Hüsnü, Kaptan İsmail, Bahriyeli Sabri, Paçavracı Muhlis, Milyoner Mustafa, Bekçi Recep, Berber Sabutay, Fıçıcı Niyazi, Baş Eczacı Ali, Marangoz Vasil, Sinemacı Bahattin, Gazeteci Rıfat, Albay Burhan, Ciğerci Kenan, Çarşambalı Kamil, Şoför Ahmet, Trikotajcı Osman, Papaz Kadri, Asabi Mehmet, Zahireci Kemal, Sigortacı Zekai, Baba Haluk, Varyete Cemal, Tilki Selim, Bandocu Adnan, Berber Emin, Hüsameddin Kaptan, Temel Kaptan, Bahriyeli Hasan, Kara Saim, Lakerdacı Marko, Kör Mustafa, Hakkı Baba, Bahriyeli Selahattin, Amigo Bahattin, Boksör Ekrem, Kahveci Necdet, Hayta Kemal, Dökümcü Muharrem, Hoca Cahit, Dişçi Şerafettin, Kamarot Mehmet, Muhasebeci Beşir, Boyacı Peres, Kuzguncuklu Abuş, Gemici Hidayet, Abbas Kaptan, Elektrikçi Naci, Terzi Emin, Motorcu Nuri, Topuz Mehmet, Muhasebeci Abidin, Şair Turgut, Polis Mustafa, Avukat Orhan, Perdeci Mehmet, Doktor Zülfikar, Berber Muzaffer, Telsiz Mehmet, Kırkyalancı Sevim, Gümrükçü Selami, Müteahhit Bekir, Kerami Baba, Matbaacı Naci, Polis Yusuf, Balıkçı Pandelli, Sülü Kaptan, Köfte Tuncer, Polis Ahmet, Cafer Kaptan, Midyeci Stelyo, Garson Recep, Demirci Sadık, Fazlı Kaptan, Galerici Aydın, Tavlacı Çetin, Temizleyici Nubar, Kabzımal Muvaffak, Muhasebeci Fikret, Postacı Hüsnü, İnebolulu Şakir, Müteahhit Osman, Tophaneli Hayati, Sayacı Osman, Albay Hakkı, Belediyeci Abidin, Kabzımal Ahmet, Kasap Orhan, Bakkal Ahmet, Avukat Turan, Ayı Mahmut, Kavanoz Suavi, Ciğerci Muammer... gibi nice eski Kuzguncuk sakinine,

anılarda yüzen nazlı vapurlar: Güzelhisar, Boğaziçi, Halas’a,

2015’den selam, saygı 
ve ‘çook’ sevgilerimizle...

düş hekimi yalçın ergir - 
uykuya dalıp gitmeden önce

 

http://www.ergir.com

 

  Düş Hekimi Yalçın Ergir

Facebook Paylaşım Sayfası

https://www.facebook.com/dushekimiyalcinergir