“SENİ ÇOK SEVİYORUM”U ARARKEN…
ve bulamazken… diye devam etmeliyim, hiçbir şey okuyacak hali
kalmamış gönülleri kurtarmak için.
Bugün kendimle randevum vardı. Bu fırsatı kaçırmamalı; yakalamışken
uzuun sohbet etmeli, öğrenmeli, öğrendiklerimi anlatabilmeliydim.
Heyecanlanınca da uyku tutmamıştı gece. Saat üç buçukta kalkıp THY
sitesine bakmıştım. Sabah atlayıp Kars'a gidip - akşama dönebilir
miydim? Yok, yok; TCDD sitesine bakmalıydım. Doğu’ya giden bir trene
atlayıp yarı yolda inebilir - indiğim istasyonda Ankara’ya dönen
trene de binebilirdim.
Ya da Ankara’dan yürüye yürüye Gölbaşı’na: “Seni Çok Seviyorum”a
gidebilirdim.
Tabii; seneler oldu görmeyeli…
** ** **
Yıllar önceydi; tam tersine: Gölbaşı'ndan Ankara’ya yürüye yürüye
gidiyordum.
Şakır şakır yağmur yağıyordu ve çok mutluydum. Gölbaşı çıkışındaki
rampada, ıslak asfaltta beyaz boyayla yazılmış o yazıyı görmüştüm:
“SENİ ÇOK SEVİYORUM”
Sonra da yol boyunca düşünmüştüm. Öyle ki Ankara'yı geçtiğimi,
Kırıkkale’de fark edebilirdim. O gece ben de yazmıştım:
yalnız bir su damlası
ıslak bir asfalt yazısı
anlatamaz belki ama
seni çok seviyorum
görmesem de
söylemesem de
bilmesen de
seni çok seviyorum
ıssız gecelerde
tavandaki gözlerle
en sessiz kelimelerle
seni çok seviyorum
güneş kavursa da
içim ayaz olsa da
son bahardan bu yana
seni çok seviyorum
kuralsız bir şiir
fotoğrafta yedi hece
anlatamaz belki ama
seni çok seviyorum…
** ** **
Bu sabah sırtımda çanta, çantamda yağmurluk, termosumda çay, torbada
elma, beyaz leblebi, çubuk kraker, fotoğraf makinesi vs. yola
çıkmıştım.
Bir yandan yürüyor, bir yandan da Rod Stewart’tan “Pure Love”ı
dinliyordum. Allah'ım, ne güzel şarkıydı bu? Bu artık sadece şarkı
dinlemek gibi bir şey değildi – sözler:
eski bir dost seni kırdığında
ve gerçek aşk bulunamadığında
mavi gök dönünceye kadar
yanı başında olacağım…
diye başlayıp (buna “bitmek” denirse):
artık bana sorma, zaman bitti
seni doğduğun dakikadan beri çok sevdim
çok sefer birlikte gülmüştük ve ağlamıştık
seni şimdi gördüğümde
kalbim gururla doluyor
sen her zaman, her zaman,
her zaman bir parçam olacaksın…
diye biterken, sanki eski bir dostun kitabını okuyordum.
Eğmir Gölü’nden geçerken, başıboş köpeklerden korunmak için bir
kalın dal bulmuş, yeniden asfalta çıktığımda onu atamamış, kendimi
eskiden Kızılay’da elinde asası:
- Ateş ileee - su ileee…” diye kendi kendine konuşarak dolaşan saçı
sakalına karışmış meczup gibi hissetmeye başlamıştım.
Derken “Seni Çok Seviyorum” yazan asfalta varmıştım.
Yanımdan vızır vızır kamyonlar, minibüsler geçerken, elimde koca bir
asa - yere bakarak adım adım silik bir yazı arıyordum.
Bir aşağı, bir yukarı giderken, kamyonette karpuz satanların önünden
geçiyor; aklımdan:
- Buralarda “Seni Çok Seviyorum” diye bir yazı gördünüz mü? diye
sormayı geçiriyor;
sonra da:
- Sen ne şeker şeysin; gel, gel, sana seni çok seviyorum’u
gösterelim…” derler diye vazgeçiyordum.
Radar kontrolü yapan polislerle selamlaşıyor, onlara hiiç sormadan,
sanki feci mahcupmuşum gibi yere bakaa baka Gölbaşı’na
yaklaşıyordum.
Seni Çok Seviyorum silinmiş, bir daha da yazılmamıştı.
Belki ona kavuşmuştu;
ama kavuşunca artık yazmasına gerek yok muydu?
Belki de kavuşamamış, şarkıdaki gibi zaman dolmuştu,
“Seninle Çok Gurur Duyuyorum” yazmaya da gerek duymamıştı.
Belli ki yağmurlar tazelenmeyen yazıları, tazelenmeyen duyguları
acımadan siliyordu.
Ama aradan bunca yıl geçmişti, artık kimse mi kimseyi sevmiyordu?
2015’de karşıma artık yalnız bir su damlası, ıslak bir asfalt yazısı
değil-
Gölbaşı girişinde beyaz önlüğüyle kollarını açmış bıyıklı manken
çıkıyordu.
Yeni Dünya’da petrolün varil fiyatı, altının onsu çıldırmışken, düş
hekimliğinin anlamı yoktu;
Gölbaşı'nda Ezo Gelin çorba, çıtır çıtır ekmek köşesi beni
bekliyordu...
düş hekimi yalçın ergir
|