Sessizlik…
Bir telefon konuşmasının hemen ardından, anımsattıklarının sıcaklığı geçer telaşıyla hemen yazıyorum.
Burada anlatacağım öyküde isim, okul, yaş vermem imkansız – çünkü çoğumuz yine dönüp dolaşıp, o dönemdeki dostlarla görüşüyoruz ve bir milyon sene sonra, bir çekingen sessizlikle anılmayı hak etmiyoruz. Onun için bir kurgu dersem daha içime sinecek.
Bu kurguda bir sınıf mümessiliyim. Öğretmen derse gelmemiş ve kürsüde oturmaktayım. Kürsünün önündeki arkadaş coşmuş ve tam o sırada içeriye muavin dalıyor.
- Kim bağırıyordu öyle? Sınıfta çıt yok. Gözleri bana dönüyor: - KİM BAĞIRIYORDU ÖYLE?!?! Söylemezsen seni döveceğim!!
- .
Sınıfın önünde dayak yiyorum. Belki de çok kısa sürmüştür; ama bana öyle gelmiyor. Ne bende ses var, ne sınıfta, ne de bağıranda. İleride bu dayak sahnesini bir de: “The Wall” filmini izlerken anımsayacağım.
** ** ** Muavin gitti. Ben herkesten utanıyorum ve artık kendimi tutamıyorum. Öğretmenin masasına kolumu koyup, başımı da ona yaslayıp, hüngür hüngür ağlıyorum (şu anda gözlerimin sulandığının da farkındayım).
Bir fısıltı duyuyorum dibimden: - teşekkürler yalçın…
Bu fısıltı zamanlamasının 5 dakika önce ve içeriğinde “yalçın” değil, “ben” kelimesiyle ne kadar değerli olabileceğini öğreniyorum o gün. Sessizliğin, haykırıştan daha yakıcı olduğunu da anlıyorum.
Galiba o anda, senenin en dolu geçen, yeni kavramlar öğrendiğim ders saatini yaşıyorum ve az önceki telefon konuşmasının sıcaklığı geçmeden, süratle kurgulayıp yazıyorum.
İyide: “O yaptı”nın, kötüde: “Ben yaptım”ın eksik olmadığı bir ömür dileğimle - geri dönüp düzeltmeler, oynamalar yapmadan da paylaşıyorum…
düş hekimi yalçın ergir 6 şubat 2015 |
Facebook Paylaşım Sayfası |