- Abi, fren patladı...
Hani ‘aşk’ üç harflik bir kelimedir ya çoğu zaman, ‘yaşam’ da üç kelimelik bir cümle olabilir kimi zaman.
Buzlu yollarda, amansız ayazda, yıldızlı - yıldızlı bir Şubat gecesinde, Antalya’dan Ankara’ya gitmekte olan bir kamyondaydım.
Gözüm kaygan virajları, ‘sıfırın altında bilmem kaç’ı yemediği için motosikletimi, Ankara’ya ev eşyası, oradan da Erzurum’a fıçı bira götürecek hurda bir kamyonun kasasına koymuş (yani ‘malı sarmış’); otobüs biletimi açığa almış, atlayıp kamyona Uğur Kaptan’ın yanına kurulmuş, dünyayı sil baştan kura kura, hayatımda içmediğim kadar sigara içe içe yollara koyulmuştum.
Kalorifer çalışmıyordu; içeride bir piknik tüpü vardı, o da arızalıydı. Yirmi saniye yanıyor, sonra da bomba gibi bir ‘POOOOOF’ sesiyle parlayıp sönüyordu. Kamyonun her tarafından rüzgar girdiği için belli aralıklarla kucağımdaki piknik tüpünü yakıyor, on dokuza kadar sayıp kapatıyordum. İşte, güya azıcık kırılıyordu soğuk; biz de Çubuk Beli senin, Köroğlu Beli benim, yuvarlanıp gidiyorduk.
Onlarca kamyonun arasına park edip, sadece kamyoncuların gittiği lokantada kuru fasulyenin hasını yiyor, masadakilerle helalleşiyor, yine düşüyorduk yollara. En son sadece cenaze namazlarında duyar olmuştum bu helalleşmeyi; çok etkilenmiştim bu ‘hakkını helal et’ vedalaşmasından - masadakilerin de ‘helal' edişinden.
Dayandığım kapı bozuk olduğu için Uğur dışarıdan kilitliyordu. Camı da bozuktu; o da sıkıştırılmış bir kırmızı tornavida ile yerinde durabiliyordu. Her kasiste, ya kafama bir hoparlör kapağı, ya da kucağıma cama vakumlanmış bir oyuncak ayı düşüyordu. Çalan müzikler de muhteşemdi; her an camdaki tornavidayı çekip dağıtabilirdim ortalığı.
Muhabbet dönüp dolaşıp parasızlığa dayanmış; bu buzlu yollarda kabak lastiklerle nasıl gidebildiğimizi konuşmaya, ağlanacak halimize gülmeye başlamıştık. Uykusuzluk meselesini daha sonra, fren patladıktan sonra – sağ kalıp battaniyenin altında birbirimize sarılmış günün ağarmasını beklerken konuşabilecektik.
** ** **
Kısa ve öz bir şekilde:
- Abi, fren patladı... demişti Uğur.
‘Eşşek, şaka yapıyor; benim nasıl korktuğumu seyredip eğlenecek’ diye düşünmüştüm bir an, ama şaka falan değildi; basbayağı yokuş aşağı, kendi ağırlığı ve kasasındaki yükle ‘20 Ton’un içerisinde, son sürat gidiyorduk.
Önü bakalit ve burunsuz olan kamyonda, kırıklardan asgari etkilenmek için ben cama battaniyeyi koyarken, Uğur da cayır cayır dişli sesleri arasında vitesi küçültüyordu. Şanzıman her an darmadağın olabilecekken, tam anlamıyla ‘yuvarlanıp gidiyorduk’ işte.
Ve o sırada; burnumun dibine geldiğinde ölüm, insanın hiç korkmadığını hissediyordum. Hem de yaşamayı bu kadar severken, bu kadar ‘bir daha görmesem asla olmayacak’ sevdiklerim varken.
Birkaç dakika sonra büyük ihtimalle her şey bitecekken ya da her şey başlayacakken, sabah erken çalan bir telefonda yüreği ağzına gelen bir insan, inanılmaz soğukkanlı olabiliyordu.
Hayatta kaç defa gelebilir ki bir insanın başına? Uğur şaka yapmıyordu, ben de dışarıda bir seyirci değildim; basbayağı freni patlamış bir kamyonun içinde, yokuş aşağı gidiyordum.
Hani ‘tıbben öldü’ denilirken yaşama dönenler ve anlattıkları vardır ya; bu öyle olmasa bile, saniyeler kala insanın neler hissedebileceğini yaşıyordum ve insana bir dua edebilecek vakti tanımasının bile Tanrı’nın bir lütfü olduğunu anlıyordum.
Önümüzde bir araç ya da keskin bir viraj olmadığı için yokuş bittiğinde, karanlıkların ortasında durabilmiştik. Benim kapım kilitli olduğundan, ikimiz de soldan aşağı fırlamış, muazzam ısınmış, alev almak üzere olan sol arka lastiğin ve balatanın üzerine (tabii ki yangın söndürme tüpü olmadığı için) pet şişelerle su, Kola vs. elimize ne geçerse dökmeye başlamıştık.
Bir yandan da acı bir şekilde yanımızdan, dumanlarımızın arasından geçen bir araç olsun, durup da yangın tüpünü vermeyişini yaşıyorduk; kimbilir, ya bir de yaralı olsaydık?
O kadar soğuktu ki gece; alev alamadan soğudu lastikler. Biz de soldan girip kamyonun içine, aynı battaniyenin altında, buz tutmuş camlardan dışarısı gözükmezken ve dışarıdaki ayaz aynen içimize işlerken başladık sabahı bekleme...
** ** **
Masamın üzerinde daha sonra kullanabileceğim uçak konforundaki; yani, belki de dumanlarımızın arasından geçip gidiveren, o sırada yolcularına sıcak kahveler, yumuşacık kekler sunan bir otobüsün bileti dururken yazıyorum bu satırları.
Yolcusu olduğumda, dumanlar arasından geçip gitmesine izin vermeyecek, bağışlanmış, bir güçlüğün daha paha biçilmez eğitiminden geçebilmiş, ardından gelecekler için bir çivi daha çakabilme hakkı, sevdiklerine bir kez daha doyasıya sarılabilme süresi verilmiş, ve tükenmez kalem kullanmasına izin verilmiş bir ilköğretim öğrencisi olarak yazıyorum bu satırları.
** ** **
- Abi, fren patladı...
Ne kadar basit değil mi?...
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
|