Artık motosiklet kullananlar için ısıtmalı kıyafetler var. Yani kışın motora binecekseniz, ne soğuğu, ne de rüzgarı hissedeceksiniz.

 

Kimbilir belki de bir düğmeyle kapatıp motorun üstünü, yağmurun altında sileceklerle ilerleyeceksiniz.  Günün birinde de sun-roof’lu, şoförlü motorlarınıza bineceksiniz.

 

En yüksek zirvelere gram ter dökmeden helikopterle tırmanıp,

kremli ellerinizle zafer bayrakları dikeceksiniz.

 

Bir zamanlar; Christopher Columbus ve Ferdinand Magellan hakkında yazdığım “Ufuklarda” yazısı

( http://www.ergir.com/ufuklarda.htm ) :

 

… Bir serüven düşünün, uçsuz bucaksız sularda, dönmek isteseniz dönemediğiniz, Nescafé isteseniz içemediğiniz,

mail hiç çekemediğiniz, sadece pupa yelken -o da gücünüz yeterse- bilinmeyene doğru yol katettiğiniz. Çevrenizde

yapılan “kaptanı öldürme” planları, karaya varmasanız açlığın, varsanız savaşın beklediği; saatin, günün belki de yılın

hiç belli olmadığı, bir ishalin bile faciaya dönüştüğü, özlemin aşkın güverteden denize düştüğü amansız yolculuklar,

dünya çevresinde denizden ilk turlar.

 

Eski aşklardır eski serüvenler; sapına kadar yaşanan, yaşama mal olan.

 

Bir medya serüveni, bir post modern aşk, bir “Truman Show” dur yeni serüvenler, uydularla paylaşılan, sözüm ona

çile çekilen.

 

Christopher ve Ferdinand’ın önünde saygıyla eğiliyorum...

 

satırlarıyla sonlanıyordu.

 

Aşağıya, benim başıma da çoraplar örmüş;

otoyolların değil, patikaların,

altıncı vitesin değil, ikinci – üçüncü viteslerin motorcusu,

sevgili Turgay Avcı’nın satırlarını koyuyor,

 

Cırrık Ali ve Bıyık Abdullah’ın önünde saygıyla eğiliyorum.

 

düş hekimi yalçın ergir   http://www.ergir.com

 

 

4 MOTOSİKLET, ÇOK YAŞAM

 

Abdullah Dayımı hatırlar mısınız? Hani Planet marka Rus Malı bir motosikletle Adana’dan Kırkpınar’a gitmişti, 1977 yılında. Hani geçen yıl Aralık ayında anlatmıştım öyküsünü….

 

Dayımın lâkabı  “Bıyık  Abdullah”. Büyük Amcamınki ise “Cırrık Ali”.

 

Her ikisi de daha çocuk yaşlardan itibaren tanışıyorlar. Dayımın en bilinen özelliği güreş tutkusu. Amcamınki ise horozculuk. Amcamla dayımın ortak zevkleri,  “horoz döğüştürmek”.

 

“Cırrık”  amcamın döğüştürdüğü ilk horozun adı. O kadar çok bahis kazanmışki, amcamın ön adı olmuş Cırrık. Horoz döğüşü akıllara zarar bir şey, hiçbir şekilde savunamam ama tutkunları çoktur Çukurova’da.

 

Evcil kanatlıları yemlemek için çağırırken dilinizi üst damağınıza yapıştırıp “cırrık” gibisinden bir ses çıkarırsınız. Bir keresinde arkadaşlarla   Çıralı’ya gitmiştikte elime bir avuç bulgur alıp bu sesi çıkararak etrafa bakınmıştım. 20 saniye içinde ortalık tavuktan geçilmez olmuştu, mideleri bayram etmişti milletin şaşkın bakışları arasında. Evcil kanatlıların dilinde bir nevi şartlı refleks bu “cırrık çekmek”.

 

Annem 1963’te Niğde’de yatılı ebe okuluna yazılmış. Okulun müdürü daha ilk gün herkesi toplamış, okulun disiplininden, kurallarından bahsediyor. Ama annemin bilek kalınlığında örgü saçlarına kafayı takıyor. Aslında uzun saçları iki yandan örgü yapmanın kurallara  ters düşen bir tarafı yok. Zaten okulun ilk günü, kurallar daha yeni konuşuluyor. Ama müdür  “o saçlarla kimi tavlayacağını sanıyorsun, sen buraya okumaya geldin”  diyerek yüzlerce kişinin gözü önünde  kırtasiye makasıyla annemin saçlarını kökünden kesip yere atıyor. “Al şimdi bu saçları  ne yaparsan yap” diyor. Bu olay her nasılsa bir kaç hafta sonra taa Kozan’a, Dayıma kadar ulaşıyor. Dayımda Macar malı bir motosiklet var, markası aklımda  yanlış kalmadıysa Panoria. Dayım beline tabancasını sokuyor, motosiklete atlıyor, bir öğle vakti Kozan’dan Niğde’ye yollanıyor, zaman Eylül sonu/Ekim başı olmalı. Pozantı’daki kamyoncu konağında (1990’larda otoyol yapıldığında kapandı) siniri geçiyor, “kızın geleceğiyle oynamayayım” diyor, yoksa müdürü vuracak, niyeti bu. Niğde’de sessiz sedasız 2 gün geçirip bir Cumartesi günü annemi görmeye yatılı okula gidiyor. O zamanki kurallar böyle, hapishane gibi “görüş günleri”, sınırlı saatlerde  “çarşı izinleri”   var. Annemin sessiz gözyaşları arasında  ayrılıyorlar. Dayım bu sefer Develi üzerinden Tomarza yoluyla Kozan’a dönüyor.

 

1966 yılı. Annem ebe okulundan mezun olmuş, Kastamonu’ya tayini çıkmış. Ertesi yaz okul arkadaşı Şükran Avcı’yı ziyarete komşu köye gitmek istiyor. Şükran, Cırrık Ali’nin kızkardeşi. İki köyün arası 7 kilometre.  Dayım getiriyor annemi Hacılar’a. Hem arkadaşı Cırrık Ali’yi de ziyaret etmiş oluyor. Babam annemi ilk  kez o gün görüyor, sevdalanıyor.

Sonraki günlerde babamın anneme yazdığı mektupları, şalvarının cebinde  Amcam Salim iletiyor. Elbette Cırrık Ali’nin motosikletiyle, CZ ile. Babamla Annem 1967’de evleniyorlar.

 

 

1960’ların sonları galiba. Daha doğrusu bana öyle anlatmışlar. Andırın’da bir kahvede horoz döğüşünün hası yapılıyormuş. Andırın o zamanlar  Maraş’a bağlı. Maraş 1973’te “Kahraman” olmuş, o yüzden  aslında plakaların alfabetik sırasına uymuyor, mesela 45 Manisa, 47 Mardin ama 46 Kahramanmaraş şimdi…

 

Ocak ayında bir gün Amcamla Dayım Andırın’a gitmeye karar veriyorlar. CZ  var Amcamda hâlâ. Meteoroloji o gece çiftçileri don tehlikesine karşı uyarmış.  Horozu kapalı bir sepette ve üstünü battaniyeyle örterek motosikletin arkasına bağlıyorlar, öğle vakti Kozan’ın Hacılar Köyünden ayrılıyorlar. Kadirli üzerinden Andırın’a varıyorlar.

 

Yola çıkarken korunmak için yaptıkları bir tek şey var:

Bakkala kilo ile satılmış (kese kâğıdı yapılacak ya) gazetelerden alıp kazağın içine, sokmak. Yani soğuktan korunmanın gayet etkili bir yolu imiş bu. Kafada birer “börk” yani el örgüsü koyun kılından bere. Andırın yayla yeri sayılır. Motor her moladan sonra bir kaç kez soğuktan tekliyor, gitmiyor. Yol üstündeki kahvelerden sıcak su alıp döküyorlar silindir peteklerinin üstüne. Bunu düşünürken o yıllardaki benzinlerin kaçak göçek ve 50-60 oktan olduğunu hesaba katmak lazım sanırım. Ya da ne bileyim, benzene katılan yağdan kaynaklıdır belki de…

 

Amcamın horozu o gece iyi para getiriyor. Dönüşte, koyun derisinden yapılma “Made in Andırın” ceketlerle köye dönüyorlar. Yine de Amcam fena hastalanıyor. Yengemin serzenişleri arasında 3 gün sırtına şişe çekiliyor, 1 gün bütün vücudu  kolonya ile ovuluyor da hayata dönüyor.

 

 

1970’li yıllar, babam öğretmen, annem ebe. Ben doğalı çok olmuş, Ceyhan’a bağlı Hamdilli Köyündeyiz. Babamın kimi nedenlerle  köyü terketmesi imkânsıza yakın. Köyden Ceyhan’a işleyen tek bir araba var, o da Murat 124 taksi dolmuş. Annemin ailesini göresi geldiğinde sabahın kör bir vaktinde bu arabaya biniliyor. Bir otomobil içinde 7 kişi şeklinde annem Ceyhan’a varıyor. Burada Kozan arabası bekleniyor. Araba gelecek, dolacak, her el kaldırana duracak da köye varacak….Hamdilli’den çıkıp Gaziköy’e varması en iyimser yaklaşımla 3-4  saat sürüyor. Gaziköy’den son araba akşam 4 gibi geçiyor. Her defasında annemi biraz daha kalmaya ikna ediyorlar. Bunun rüşveti dayımın motosikletli servisi… Akşam 7 gibi bir bidon süt, bir sepet yumurta, kocaman bir macir ekmeği ve yolculuk için anneme tahsisi edilmiş bir şalvar ile dayım bir Jawa motosikletle  annemi Hamdilli’ye getiriyor 1 saatte. Bir çay demleniyor, bol muhabbet  ile bir de gece gece kahvaltısı yapılıyor. Dayım her zaman olduğu gibi çok işi olduğundan gecenin  kör bir vaktinde köyüne dönüyor. “Hem Adem ağlar,  beni sorar şimdi, Kara Gözlüm de uykusuz kalır” diyor. Adem, son numara, o yıllarda 3-4 yaşlarında daha. Uykusuz kalacak olan ise yengem Pakize.

 

70’lerin sonları. Dayımın büyük kızı Diyarbakır’da yatılı öğretmen okulunda okuyor. Dayım Planet’e biniyor artık, Jawayı yeni satmış. Diyarbakır’a gidecek, kızını görecek.

Planet’in sepetini çıkarıyor, beygirden söktüğü heybeyi motosiklete bağlıyor. Dura dura iki günde Diyarbakır’a varıyor. Bir kaç gün  kalıyor, kaçakçılar çarşısından da heybe dolusu kaçak eşya satın alıyor, Adana’ya getirip satacak, niyeti bu.  Ama memlekete varınca içini bir korku alıyor, “kaçak eşyayı ben nasıl satarım, yakalanırsam ne olur” diyor. Soruyor, soruşturuyor, “Koca Kemal’e git” diyorlar, “ o malların tamamını satın alır senden, gerisine karışma”.

 

Koca Kemal Adana’nın merkezinde oturuyor. Dayım o zamanlar 1.95 boy 105  kilo ama Koca Kemal’i   bugün bile  “kocaman bir adamdı, kafası mutfak  tüpü  kadardı” diye anlatıyor. O kadar heybetli bir adammış anlaşılan. Koca Kemal o zamanlar bütün ülkede nam salmış hırsızlardan. 1940’larda İsmet Paşa bunu çağırtmış. İstanbul’da bir müzeden Sultan Reşat’ın köstekli saati çalınmışmış. Altın üzerine elmas işlemeliymiş. Amerika’da bir müzede olduğunun haberi gelmişmiş. Koca Kemal görevlendirilmiş, gidecek, saati alacak, Türkiye’ye getirecek. Koca Kemal Amerika’ya gidiyor, uzun bir araştırma yapıyor. İlk  1 yılı sadece  müzenin bekçisini tavlamakla geçiriyor, güvenini kazanıyor.

Saati müzeden çalıyor. İzini kaybettirmek için tamamen kaçak yollardan Arabistan üzerinden Türkiye’ye gelmeye çalışıyor. Orada başka bir hırsızlık olayında adı geçiyor, sağ elini  kaybediyor.  Ama herşeye rağmen 4 yılda saati ait olduğu yere, Türkiye’ye geliyor, teslim ediyor.  Dayım planetin heybesine doldurduğu kaçak eşyayı  işte bu Koca Kemal’e satıyor, köye dönüyor.

 

1987 yılı. Amcam Cırrık Ali’nin son motosikleti yepyeni bir  Jawa. Amacamın baktığı belli, tertemiz, her yeri parıldayan, “kız gibi” bir motosiklet. Ben daha once sadece mobilete binmişim. Adana’da kimse mopet demez zaten… Amcamın oğlu Gürkan ile benim ilk motosiklet deneyimimi paylaşıyoruz.  Köyden Anavarza’ya giden çakıllı yolda  dördüncü vites gazlıyoruz. Hava soğuk, kask diye bir kavram yok.  Soğuktan gözlerim yaşarıyor, sel oluyor, akıyor. Panzehiri olmayan bir zehir kanıma karışıyor.

 

Amcamı 2000 yılında 66 yaşındayken kaybettik. Son motosikleti bu 1987 model çift silindir 350 cc  Jawa idi. Yanında TS 350 yazar, “Twin Sport”  demektir. Bu motor, o öldükten bir  yıl sonra satıldı.  Bu bir yıl o motosiklete kimse binmedi, binemedi. Boş bir aküyle ama pırıl pırıl bir halde yeni sahibine verildi. Alan kişi   Kozan’dan yeni bir akü ve bir kaç litre yağlı benzin getirdi. Depoyu doldurdu, motoru bir kaç kez salladı, benzin çalkalandı.  Motor ayaktan marşa ilk basışta çalıştı.  Evdekilerden kimse dönüpte arkasına bakamadı, motosiklet giderken.

 

Ebe okulunun müdürü 1990’Lı yıllarda epey üst düzey bir bürokrat olmuştu. Son görevinde çok fazla kalamadı. Fazla icraat yapamadan  hükümet değişti.

 

Kınalı iki örgü saç, hâlâ annemin sandığında, bir naylon torba içinde duruyor.

 

Annem İstanbul’a gelişlerinde kendisini gardan, otogardan, havaalanından motosikletle aldığımda hiç ses çıkarmıyor.

 

Amcamınoğlu Gürkan İskenderun’da yaşıyor, yılın her günü motosiklet kullanıyor.

 

Şükran Halamın üç oğlu da motosiktle şu ya da bu şekilde ilgili, tutkulu.

 

Dayım Bıyık Abdullah Kozan’a bağlı Gaziköy’de, büyük oğluyla aynı evde oturuyor.

Torunlarının şenlendirdiği kocaman bir avluda hayattan bir an bile kopmadan yaşayıp gidiyor. Pakize Yengemi 2000 yılının son dakikalarında kaybettik. Dayım 71 yaşının  baharında “ölsem ne olacak, Kara Gözlüme kavuşurum ama yaşamak lazım” diyerek üretmeye, paylaşmaya devam ediyor. Bir de yeni bir hedefi var şimdilerde, at alacak, yarış atı yetiştirecek…

 

Ben, nedenini pek bilmemekle birlikte,  dayımın bu hedefine ulaşacağından hiçmi hiç kuşku duymuyorum.

 

Turgay Avcı

                                                                                   turgay-avci@superonline.com

 

 

 

PANO’YA DÖNÜŞ