fonda çalan: lament for atlantis (midi)

sayfa internet explorer ile açılırsa dinlenebilir

 

 

EKREM

 

 

Ekrem öldü.

 

Ekrem gözleri Mayıs'a kapalı, bir sabah ölüverdi. Zekiye’yi öpemeden, dövemeden, düzemeden öldü.

 

Ekrem hiç bilmedi Mike Oldfield’i, onun Arthur Clarke için bestelediği, uzak gezegenleri anlatan öykülerini. Hiç yapmadı yolculuklar yatağında, gözleri kapalı.

 

Ekrem ortaokuldan sonra dünya atlasını hiç açmadı. Onun dünyasının sınırı Karaköy’deki kerhanede bitti. Çok aşık oldu, çok kavgalar yaptı.

 

Hiç kimse Ekrem gibi sigarasını üfleyemedi. Hiç kimse onun kadar Fenerbahçeli olamadı. Ağzında sigara, çok şık goller attı. Orson Welles bile, onun "okeye dönen" yüzünü taklit edemedi.

 

Ekrem, 1978'de evlendi; yirmi bir yaşında, 24 numara- Hacı’ların kızı Zekiye ile. Takır takır saydırdı düğünde. 1979'da Ayşe, 1980'de Zeynep, 1981'de Fatma doğdu. 1982'de KOÇ gibi bir oğlu oldu = "BUĞRAHAN".

 

Ekrem 1982-1998 arasında:

 

Her ilkyazda fidanlar dikti; ceviz ağacı gibi, meyvesini ancak bir sonraki kuşağın yediği.

Değişim rüzgarlarını hep arkasına aldı, sorgulayarak nedenini. Hiç, "kim?", "ne?", "ne zaman?" demedi. Hep, "niçin?", "nasıl?" dedi. Ufkunu hep çok geniş tuttu. Hiç alışkanlıklarının esiri olmadı.

 

Evde dört çocukla kontrplak gitarı çözmeye çalıştı. Nemasıyla aldığı, ayar gerektirmeyen fotoğraf makinesine güneşi, denizi, sonbaharı, yaşlı dedeleri, sümüklü bebeleri sığdırdı.

1989'da sobanın kıvılcımı kilimi tutuşturduğunda ilk onu ve "Sunny" walkmanini kurtarmaya çalıştı.

 

Elindeki en kıymetli aracı, bedenini hiç köreltmedi. Ne asansöre bindi, ne taksiye. Hep yürüdü; çoğu kez rüzgara karşı.

 

Haksızlığa hep karşı çıktı. Hep paylaştı, hep kolladı. Bu yüzden, 1990'da kovuldu. Ama hiç yılmadı. İçindeki aşk ve yeniden başlama hisleri ile önündeki bütün engelleri eritti. Ayşe onu hep mertlik abidesi olarak gördü.

 

Gazete promosyonları ile başlayan İngilizce macerası, çoğu cumartesi Sultanahmet’e gidip, gönüllü turist rehberliği ile sürdü. Bu arada para bile kazandı.

 

İş çıkışlarında, alt sokaktaki kitapçıda hep kitapları karıştırdı. Satın almadan, fikir sahibi olmaya çalışarak.

 

Uzak ülkelerin onu çekmesi gerektiğini, ilk o kitapçıda hissetti; "yaşamın, sunulmuş bir armağan olduğunu insana" da. Hep o kitapçıda sordu kasiyere, o anda çalan kasetin kimin olduğunu ve hep o kitapçıda sıkıldı canı, kaset fiyatlarına gelen son zamlardan.

 

Zekiye ona çok kızdı 1988'de eve sırt çantası ile geldiğinde. Oturup oturması gerektiğini, kazık kadar adamın kendilerini ele güne nasıl rezil ettiğini o akşam haykırdı. Zekiye o salı akşamı bir manyakla evli olduğu için ağladı. O çarşamba sabahı sakladı yeni aldığı zeytini Ekrem’den.

 

Ekrem, yeni işyerinde Mine’den bilgisayarı öğrendi ve Mine’ye aşık oldu.

Çok akşamlar Zekiye’nin yanında gözleri tavanda sabahladı. Hep yediye on kala çıktı evden, işe geç kalmamak için. Fikret Kızılok’un kasetini kıpkırmızı bir yüzle-o ara verdi Mine’ye. Mine, o sene patronun geleceği çok parlak kuzeni ile evlendi. Düğün akşamı Ekrem, Kız Kulesi’nin üzerindeki taşlarda çok bira içti, çok ağladı. Leş gibi geldi eve; yıkanmış donların, Ayşe'nin, Zeynep'in, Fatma'nın, BUĞRAHAN’ın arasından geçerek, Zekiye’nin sırtına, gözlerini tavana dikmeye...

 

***

 

Hayır, 1982-1998 arasında bunların hiçbirisi olmadı. Ekrem haftada beş gün işe gitti. Her akşam içti, dövdü, osurdu, burnunu karıştırdı, çizgili pijamaları ile televizyon seyretti, loto oynadı, sıraya girdi.

 

Ekrem, 41 yaşında, küüüt diye myocard enfarktüsünden gitti. Hiç bilmeden, Mike Oldfield’in Arthur Clarke için bestelediği, uzak gezegenleri anlatan öykülerini.

 

(dip not: Ekrem, sabahları vapurda hep dışarıda otururdu. Hep vapurun arkasındaki köpüklere bakar, o vapurun bir yük gemisi olmasını,

rotasının da Karaköy yerine, Buenos Aires olmasını isterdi)

 

düş hekimi yalçın ergir  /  1998

http://www.ergir.com

(düş hekimi -1 kitabından)

 

 

11 sene sonra:

http://www.ergir.com/kurelerin_muzigi.htm

 

 

(