ESKİ BİR FİNCAN
Dinle oğlum çok eskiden bir konakta
Akşamları gaz lambası ışığında
Paşa dedesinden kalan bu fincanla
Ninem eliyle kahve sunarmış Abdi Bey’e
Yıllar sonra 43 - 44 harp ortası
Ekmek karnesi ve yoksulluk yılları
Kayınvalidesinden kalan bu fincanla
Bu kez annem eliyle kahve sunarmış Hakkı Bey‘e
Eski konak yıllar önce yandı gitti
Ekmek karneli zor günler çoktan bitti
Abdi ve Hakkı Bey’ler rahmetlik oldu
Bir tek bu fincan kaldı yüz yıllık sevdalarla
Bir gün senin olacak birikmiş anılarıyla
Düşüp kırılsa bile topla tamir et oğlum
Kahve yaşın gelecek
Bu fincanı iyi sakla...
** ** **
1943 yılında, harp ortasında, ekmek karnesi ve yoksulluk yıllarında İstanbul’da doğmuş ve adı Barış konmuştu.
Ondan iki sene önce ağabeyi Savaş doğmuştu, iki sene sonra da kardeşi İnci doğacaktı. Kimbilir, Tolstoy o yıllarda Bahariye’de yaşasaydı; eserinin adını belki de “Savaş, Barış ve İnci” koyacaktı.
Ancak dünya tam barışa kavuşurken, anne Rikkat Hanım ve baba Hakkı Bey’lerin yolları ayrılacak; rahmetli Paşa dede Abdi Bey’in eşi süper babaanne Nimet Hanım’ın ellerinde zor çocukluk yılları başlayacaktı.
Oysa, bir çift kol düğmesi bile akşamları birleşir,
Sakız Hanım’ın kemençesiyle Mahur Bey’in udu ayrılamazken,
nerede kalmıştı bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı?
Gün gelecek, devran dönecek,
küçük Barış, Barış Manço olacak,
odamdaki, kalbimdeki yerini alacak,
eski fincan ise kimbilir ne olacaktı?
** ** **
Ve aradan geçti yıllar;
milenyum değişmiş, yediler yetmiş yedi olmuş,
yepyeni bir nesil gelmişti.
Bir Cuma akşamı, halojen lamba ışığında hazır kahve içerken kapım çalınmıştı.
Karşımda, Barış şarkıları ile büyümekte olan, üç buçuk yaşındaki kızı Atlantik Barış Manço ile, Barış’ı Barış yapmış, altmış dört yaşında bir ağabey;
yani bir zamanlar:
- Ağbi ya; bak yeni bir şarkı yaptım, bir dinlesene... deyip;
Ellerimle büyüttüğüm
Solar iken dirilttiğim...
ya da;
Sen gülünce güller açar Gülpembe
Bülbüller seni söyler
Biz dinlerdik Gülpembe...
diye şarkı söylemeye başlayan bir kardeşin,
Barış Manço’nun Belçika’da yaşayan ağabeyi Savaş Manço durmaktaydı.
** ** **
Az sonra da, kimbilir nelerin şahidi olmuş kardeş İnci (Manço) İlbay’ın Or-An’daki evinde, mütevazi sofrasındaydık.
Eski Bahariye’yi, Yekta Bey’leri, Nezahat Hanım’ları, hep dut ağacının dibinde oturan Rıza Amca’yı, Rıza Amca’nın askerliğini yaparken annesini babasını kaybetmiş on dört yaşındaki kızla büyük aşkını, kaçıp İstanbul’a gelişlerini anlatıyorlardı.
Zaman tünelindeydim sanki. Nefesimi tutmuş, tek harf kaçırmadan Rıza Amca’nın sımsıcak ellerinde, hayatıma yön vermişlerin, konuştukça gençleşenlerin çocukluğunu, evlerle birlikte bahçelerin, bahçelerle birlikte düşlerin de yok oluşunu dinliyordum.
Bulabileceğimi sanmadığım kitaplardan Can İlbay satırlar okurken, masada sanki tatlı komşu Ayşe Teyze’yi tabağıma mücver koyarken, emekli Salih Öğretmen’i sevecen bir şekilde bana bakarken görüyor; durup dururken “hepinize elveda” dememek için kendimi zor tutuyordum.
Biz dut ağaçlarımızı kesmiştik;
eski fincanlarımızı saklayamamış, toplayıp tamir edememiştik.
Dünümüzü yitirmiş;
ne idüğü belirsiz bir bugünün ağır bedelini ödüyorduk.
Oysa ne engelimiz vardı;
Abdi ve Hakkı Bey’ler rahmetlik olmuşken,
ruhumuz tembel,
üretken değil, ürkekken,
her şeyi, ama her şeyi yapabilecekken
ve değil para, sağlık bile mazeret değilken.
** ** **
Kahve yaşımda; zaman tünelinin ucunda duruyordum.
Elimde İnci Abla’nın getirdiği “dün”ü;
yüz yıllık sevdalar ve birikmiş anılarıyla,
düşüp kırılmış “o” eski fincanı tutuyordum.
** ** **
“Yarın” derin uykulardayken oradan ayrılıyor;
gözlerimden süzülen birkaç damla anı,
içimde sızıyla yürüyordum.
Ve ben de kendi kendime:
“dün, dün kalmasa bile bilinsin,
eski fincanlar tamir edilsin,
dut ağaçları kesilmesin”
diye ortaya çıkıp,
pat pat söylemeye söz veriyor;
hava ayaz mı ayaz,
ellerim ceplerimdeyken,
bir türkü tutturmuş,
eve dönüyordum...
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
(2023’e 18 kala / Ankara)
(bu yazının PowerPoint Sunumu:
http://www.ergir.com/eski_bir_fincan.htm
adresindedir)