(ses düğmesi açık olmalıdır)
GELİN KAYASI'NDAKİ DÜĞÜN (YALNIZ AĞAÇ - 2)
Yanyana olmak, yalnız olmamak anlamına gelmez; ama bazı insanların yanları da, uzakları da boştur, yapayalnızdırlar bazı ağaçlar gibi...
diye başlamıştım ilk yazıma ( http://www.ergir.com/yalniz_agac.htm ).
Minik bir özetini yapacak olursak ilk yazının: Ténéré Ağacı (L’Arbre du Ténéré), Büyük Sahra Çölü’nde bir akasyaydı ve “dünyanın en yalnız ağacı”ydı. Kendisine en yakın ağaç dört yüz kilometre uzağındaydı.
Öyküsünü Savaş Manço ağabey anlatmıştı; yoksullar yoksulu Nijer'in, Ténéré bölgesinde, yüzyıllar boyu batı – doğu ekseninde, Agadez – Bilma arasında darı götürüp, tuz getiren kervanlar için adeta canlı bir deniz feneri olmuştu. Ténéré Ağacı; çölün yerlisi, çölün “mavi adamları”, göçebe Touareg'ler için kutsal kabul edilirdi. Dallarına dokunmazlar, kırıp ateş yakmazlar; nedense develeri de tek yaprağını yemezlerdi.
Uçsuz bucaksız bir çölün tam ortasındaydı. Üç metre boyunda, iki gövdesi, çok güzel yeşil yaprakları ve sarı çiçekleri vardı. Köklerinin toprağın otuz üç ile otuz altı metre aşağılara kadar ulaşıyordu.
Önce 1956'da bir kamyon, büyük çölün tek ağacına çarpmış; kutsal bilinip hiçbir insan elinin sürülmediği gövdelerinden tekini kırmıştı. Daha sonra 1973 yılında da, sarhoş bir kamyon sürücüsü koca çölde Ténéré Ağacı’na çarpıp dibinden kırarak, dünyanın en yalnız akasya ağacını öldürmüştü. Yerine önce metal bir ağaç, ardından daha abuk bir heykel dikilecekti.
** ** ** Bizim de Beypazarı - Ayaş yolundaki konik Gelin Kayası'nda bir yalnız ağacımız vardı; o bir menengiçti.
Yapyalnızdı; belki tek ziyaretçisi Ténéré ile Kirmir arasında gidip gelen, göçmen Afrika Kara Leylekleri’ydi. Ve orada, uzakta, korkunç yalnızlığında kim bilir kaç yıldır bir canlı deniz feneri gibi tek başına durmaktaydı.
Yanına gitmeli, elimi gövdesine değmeli, dibine su dökmeliydim. Eylülün 20'si olmasına rağmen kavurucu sıcakta tepeye tırmanmış, sert rüzgarda ona sarılmıştım.
** ** **
21 Kasım'da konuşmacı olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Diş Tabipleri Odası'nın konuğuydum ve oradayken bir telefon almıştım:
- Yalçın Bey; sizin Beypazarı yolundaki Yalnız Ağaç'ın yanına ağaç dikmişler...
Döndüğümde durum belli olmuştu; gerek bu ülkenin doğal yaşamının korunmasında, gerekse ağaçlandırılmasında çok değerli çabaları olan, Avcı Eğitimi ve Yaban Hayvanı Üretme Vakfı'nın kurucusu Mehmet Emin Bora ağabeyimiz, Temmuz ayında aldığı karar doğrultusunda, gönül dostlarıyla birlikte 15 Kasım'da bin bir emekle Gelin Kayası'na tırmanmışlar ve Yalnız Ağaç'ımızın yanına fidanlar dikip, canlarını sulamışlardı.
( http://www.arpacik.net/gelin_kayasi.htm )
Bu bilgi denizinde, bana fotoğraf çekmeyi öğreten çocukluk arkadaşım sevgili Zeliha Öztürkkan'ın çektiği; kendi sergisinde de yer alan, adını "Üç Duygu" koyduğu Yalnız Ağaç'lı muhteşem fotoğraf da vardı.
Şahitler hazırdı; Gelin Kayası'nda artık nikah zamanıydı. Menengiç Oğlan'a bir gelin gelmeliydi, o da Ténéré'nin ağacı güzel Akasya'dan başka kim olabilirdi?
Akasya Hanım bir şehir kızıydı; kentten taşraya, kuş uçsa bile kervan geçmez bir tepeye gelin gidecekti. Akasya Hanım allanıp, pullanıyor; arabanın tepesindeki yerini alıyordu.
Gelin arabası şehirde turlar atıyor, nedense kimse de önüne atlayıp yol kesmiyor, lastiklerin altında kalmak pahasına para istemiyordu. Tepeye dikince çöldeki gibi kamyon çarpmaz" diye düşünürken, şehrin göbeğinde bir kamyonet çarpıp, uç dallarını kırıyordu.
Acaba, 92-326 numaralı belediye otobüsünün, kimbilir ne kimlik numaralı yorgun yolcusu, dönüp de arkasına, tepedeki taşra yolcusunu görebilseydi: - Alın; beni de kurtarın medeniyetin bu zalim değirmeninden... der miydi?
Gün doğumunda traşlar olup, kokular sürüyor; Bilge Mehmet Ertüzün'le birlikte dere tepe düz giderek, asma köprüden gelin geçirerek Gelin Kayası yollarına düşüyorduk.
Derken Azmak Mevkii'ne varıyor; sevdiğine varamayıp kendisini aşağılara atan gelinin kayasını ve arkasından eğilmiş sonsuza kadar aşağılara bakan yalnız Menengiç Oğlan'ı görüyorduk.
Gelin arabasından iniyor; Himalayalar'a tırmanışta yük taşıyan öküz "Yak"lar gibi, Akasya Hanım'ın belinden tutup, sırtımızda büyük kürek, el küreği, kazıklar, on metre halat, on kilo torf, iki bidon su, kırmızı kurdele, makas, kitap ve tripod, kaynanalar halay çekerken tırmanışa koyuluyorduk.
Neil Armstrong'unki kadar muhteşem olmasa da, ayak izlerimizi bakir topraklara bırakarak nefes nefese tepedeki düğünevine varıyor
(kaderin oyunu; scuba için - mavi denizler için üretilmiş koca sırt çantamız Aquatech, denizden bin metre yükseklere bereketli toprak taşırken)
ve kolları sıvayıp,
düşen gelinin ardından aşağılara bakan Menengiç Oğlan'ın dibinde, rüzgarın şiddetinde inim inim inlememesi için derince çukur kazıyorduk.
Bir bidon can suyunu gelin hanıma içirip, öteki bidondaki suyu çevredeki yeni dikilmiş on fidana ikram ediyor; rüzgarın çiçeklerini toplayıp, Menengiç Oğlan'la, Akasya Hanım'a kırmızı kurdeleli yüzüklerini takıyorduk.
der Melih Cevdet Anday, "Rahatı Kaçan Ağaç" şiirinde; biz de ona önce bir kitap veriyor,
sonra da rahatını kaçırmak, aşkı tattırmak, bir konik tepede kocatabilmek için, doğanın bize verdiği yetkiyle nikahlarını kıyıyorduk. Ve ardımızda Yalnız Ağaçlar Ormanı'nın ilk fidanları,
onlar ererken muratlarına,
biz kerevetine iniyorduk. ** ** ** Yine aynı mazlum, aynı yoksul köye, Bilge Mehmet Ertüzün'ün büyük düşüne, Anadolu'daki son panterin, Anadolu Panteri'nin, yani Panthera Pardus Tuliana'nın "son pati izine",
yine 1974 Ocak'ındaki hazin öyküsünün tanıklarına, Havva'nın kollardaki diş izlerine gitmek için gelin aracına biniyor;
gelecek kuşaklara miras bırakabilmeyi dilediğimiz bilgileri toplamaya devam etmek, faydalanılacağını umduğumuz büyük bir havuza boşaltabilmek için, dudaklarımızda hüzünlü bir ıslık,
yine yollara düşüyorduk...
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
** ** **
Kimbilir hangi yataklara akacak bu dereden sevgilerimle...
|