Gölbaşı’ndaki “Gelin”e Giderken
Yürüye yürüye bir “gelin”e gitmeliyim. Ne kilometresi, ne de yönü önemli;
bir an önce yola düşmeli, onu içmeli, gün batımında da dönmeliyim.
Sırt çantamda termos, elma, beyaz leblebi, yedek tişört, kağıt, kalem, kalp şekilli kırmızı kalemtıraş, hurdahaş fotoğraf makinem - apartmanın önündeyim. Kasapla, berberle sohbet; ardından yine yol arkadaşı kendimleyim.
Antik şehir kazılarını aratmayan Cinnah Yokuşu’ndan yukarı çıkıyorum – Ankara’nın ilçesi Gölbaşı’na gidiyorum, nefes nefeseyim.
1 metre ile 30 metre arasında fark çok; ama yola bir kez çıktıktan, tempoyu bir kez tutturduktan sonra 10 kilometre ile 30 kilometrenin arasında fark yok;
bunun hayatın her yolu için geçerli olduğunu da biliyor, kaptırmış gidiyorum.
Yavaş yavaş tenhalaşıyor yollar. Neden bu ülkede şehir içinde hep üçüncü sınıf yayalar? Kaldırımlar kardan yürünmez halde olduğu için caddede yürüyorum. Hiçbir araç ara sokaklara dönerken yayalara yol vermiyor; ben de torpido gözleri altıpatlarlı dört çekerlerin önünden civciv gibi kaçıyorum.
Şubat güneşinde yürüyorum;
benzincinin önünden, varımı yoğumu vermeden geçiyorum,
Gölbaşı’na – “gelin”e gidiyorum.
Sağımda solumda koca koca bloklar,
kim bilir; belki de içlerinde yürüyüş bantlarında yürür gibi yapan,
likit kristal ekranlardaki Şubat güneşine bakan tombul tombul yanaklar.
Hangi otomobilde giderken görebilirim şu yere kazınmış küçücük “Canım Meral” yazısını; büyük olasılıkla kavuşulamamışın adını?
Artık Konya Yolu’ndayım;
yanımdan uzun yoldan gelen, sağ tarafındaki yolcuları yolda yürüyen bir adamı izleyen otobüsler geçiyor.
Ve kamyonlar
ve artık şehirde olmadığımı hissettiren, klakson çalarak selam veren özel otolar.
Şubat güneşinde yürüyorum;
tepelerde çam ağaçları, yol kenarında ölmüş güvercinler,
yüksek gerilim hatlarının altından geçiyorum,
Gölbaşı’na – “gelin”e gidiyorum.
Artık Radyo ODTÜ cızırtılı çalıyor; yaşamda armağan bir gün çöpe gitmezken, dudağımda ıslık, ellerim ceplerimde yürüyebilirken yürüyor; bunun paha biçilmez kıymetini de biliyorum.
Çok mutluyum, ama ya bir hanım kız olsaydım??
Şehirlerarası bir yolda bir başıma, sırtımda çanta, elma yiyerek yürümek için yanıp tutuşsaydım?
O klakson çalan araçları selam veriyor, duran kamyonları yardımcı olacak sansaydım?
Ne kadar tutuklu bir cinsiyet kadınlık; ne kadar basit – ne kadar küçük mutluluklar için bile bir erkeğin refakatine, tembelliğine, gönlüne hatta babayiğitliğine endeksli olmak gerekiyor?
Mesela sıcak bir Temmuz günü Tuz Gölü’ne bisikletle giden – gidebilen, trafik kazası geçirmese bile tek parça varabilen bir hanım? Teşekkür ederim kalsın. Hanımlar elbette hayvan haklarıyla da uğraşsın; ama köpeklerden, kedilerden önce kendilerini bu erkek hegemonyasından kurtarsın.
Şubat güneşinde yürüyorum;
ardımda şehirdeki amansız kavga, sırtım ter içinde,
Gölbaşı’na varıyorum.
Gölbaşı’nı, kumaşı yaran makas gibi ikiye bölen şehirlerarası yoldan, gazı kökleyerek değil, yandaki dar yoldan yürüyerek geçtiğim için, yolda birbirini tanıyan, birbirine selam veren “son sıcak insanlar”ı görebiliyor,
bacalardan çıkan “son yanmış odun kokusu”nu duyabiliyor, çamaşır asılı bahçelerdeki “son tasmasız köpekler”le konuşabiliyorum.
Gölbaşı elbette on sene öncesi gibi değil; ama ona üzüleceğime, on sene sonrasından çok daha güzel olduğunu düşünerek seviniyorum.
Az sonra kendimi allengirik isimli bir fast-food restoranında değil;
Belediye’nin yanından geçen Ankara Caddesi’ndeki Öz Mevlana Lokantası’nda buluyorum.
Ve uzun yoldan adım adım gelmenin paha biçilmez ödülüne,
“gelin”ime kavuşuyorum.
Er ve erbaşların da girebildiği bir lokantada 2 lira verip;
gazetelerin Pazar ilavelerinde “Türkiye’nin en iyi 10….” listelerinde yer almayacak küçük bir lokantada,
hayatımda içtiğim en nefis Ezo Gelin çorbasını kaşık kullanmadan içiyorum…
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
(bu yazının müzikli PowerPoint Sunum Hali: http://www.ergir.com/golbasindaki_gelin.htm adresindedir)