ne müşkil derd olursa bulunur âlemde dermânı...
fuzulî
HOCA BEY
hastaneye, eğitime susamış bir ülkede,
3 Nisan 1915’ten - 8 Temmuz 1967’ye...
Önsöz
Hiç olabilir miydi?
Elinize silgiyi alın;
önce “Çocuk Hastanesi”nden başlamak üzere, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni, ardından Dişhekimliği, Eczacılık, Hemşirelik... diye devam edip, merkezdeki ve Beytepe Kampüsü’ndeki tüm fakülteleri silin.
Sonra, Türkiye’nin doğusundan batısına pek çok şehirde 1970’lerde - bir sandalye, bir kürsü – kurulabilmiş, şimdi pırıl pırıl binalarında genç beyinlerin eğitildiği üniversiteleri de silin.
Ardından bir dünya okulu olan Bilkent Üniversitesi’ni ortadan kaldırıp, Bilkent’in yıllar süren bir hukuk savaşıyla yasal statüsünün Anayasa Mahkemesi’nce tescillenmesinden sonra kurulabilmiş: Sabancı, Koç, Başkent, Yeditepe, Fatih, Bilim, Bilgi... gibi onlarca değerli vakıf üniversitesini, içindeki binlerce öğrencisini, öğretim görevlisini, yardımcı personelini, ailelerini, bazılarının tam teşekküllü hastanelerini, Türkmeneli’nde Türkçe eğitim veren okulları iz bırakmadan silin.
Sağlıkları en çağdaş bilgilerle donatılmış doktorlara emanet olabilmiş,
okuma aşkına kavuşabilip bir ülke emanet edilmiş yüz binlerce ülke çocuğuna:
“hiç tedavi olamadı”, “hiç okuyamadı”,
ya da “üçte biri, daha bir yaşına gelemeden öldü” deyin.
Yani 1950’lerde İhsan Doğramacı isimli bir çocuk doktorunun ortaya çıkmadığını;
inanılmaz ve yeni kuşaklarca pek bilinmeyen mücadelesiyle, sağlıkta ve eğitimdeki devrimleri gerçekleştiremediğini varsayın.
Sonra da dönüp bugüne;
hastanelerde monitörlere bağlı bir damlacık çocuklara – başuçlarındaki ana babaların gözlerine, dersanelerde, fakültelerde, monitörlere bakan pırıl pırıl gençlere - evde yollarını gözleyenlere bir bakın
ve elinizdeki silgiyle yüreğinize:
- “Hiç olabilir miydi?...” ya da,
- “Ya hiç olmasaydı?...” diye bir sorun.
** ** **
Çocukluğumda annemin çocuk sağlığı kitap sayfalarındaki çizimlerle büyülenen, kurucusu ve rektörü olduğu üniversitede öğrenci, ardından asistan olan, öncesinde ve sonrasında gerçekleştirdiği eserlere, “üretmenin – emeğin” değerini bilen bir kişi olarak, sonsuz saygı duyduğum Prof. Dr. İhsan Doğramacı hakkında gelecek elli yıla bir damla da benden kalabilmesi için bu çalışmam.
Az sonra bu ülkenin bir sağlık, bir eğitim devrimcisinin satırları ile baş başa kalacaksınız. Bebek ölümlerinin binde üç yüz olduğu bir dönemde yeni hastane, yeni fakülte açtırmayan, en ileri tıbbi bilgilerle donatılmış genç beyinleri, ülkelerine hizmet için döndüklerine bin pişman eden, hiçbir konuda fikir üretme hakkı olmayan idealist asistanların, stajyerlerin, arabalarından inen öğretim üyelerinin ellerini öpmeye zorlayan egemen zihniyete rağmen kazanılmış bir azim zaferinin öyküsü okuyacaklarınız.
Bu uzun sağlık ve eğitim devrimi mücadelesinin öyküsü, Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın kendi ifadesi ile: “bir kaşık bal istemişken bana verdiği bir kavanoz bal”dır.
Yazıda Sayın Doğramacı’nın bizzat anlattıklarının yanı sıra;
Prof. Dr. Celal Ertuğ’un “Türkiye’de ve Dünya’da İhsan Doğramacı Olayı”,
Prof. Dr. Şinasi Özsoylu’nun “İhsan Doğramacı ile 40 Yıl”,
Prof. Dr. Muvaffak Akman’ın “Yaşantımda Hacettepe ve Sonrası”,
Prof. Dr. İskender Sayek ve Doç. Dr. Faruk Ünal’ın “Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 40. Yıl”,
Prof. Dr. Murat Yurdakök’ün “Hacettepe Çocuk Hastanesi Tarihi”
Prof. Dr. Tomris Türmen & Prof. Dr. Jane G. Schaller’in “Children In His Heart, Youth On His Mind” kitaplarındaki,
prodüksiyon ve dokümantasyonunda Sayın Reyyan Ayfer’in büyük emeği geçen, tarih profesörü Dr. John J. Grabowski’nin anlatımındaki “Değişim İçin Bir Reçete” belgeselindeki,
Sayın Mete Akyol’un, Prof. Dr. İhsan Doğramacı’ya ayırdığı “Bütün Dünya” dergisinin - Nisan 2006 sayısındaki,
Vatan Gazetesi’nden Sayın Devrim Sevimay’ın, gazetede16 Nisan 2006’da başlayan çok başarılı röportaj dizisindeki,
Hacettepe Üniversitesi ambleminin tasarımcısı Prof. Dr. Yücel Tanyeri’nin, Prof. Dr. İlhan Erkan’ın, ilk mikrobiyoloji laboratuvarının kurucusu Prof. Dr. Ekrem Gülmezoğlu’nun, Prof. Dr. İbrahim Barışta’nın ve 1965’ten sonra uzun yıllar sekreterliğini yapan ve “Hoca Bey”le söyleşimizin mimarı “Bilkent Üniversitesi, Büro Yönetimi ve Sekreterlik Bölümü” Başkanı Yrd. Doç. Dr. Esra Fındık’ın verdiği değerli bilgi ve fotoğraflardan da yararlanılmıştır.
Esra Hanım, Hoca Bey tarihe aşağıdaki notları düşerken, kırk bir yıllık çalışma alışkanlıklarının getirdiği disiplinle, benimle birlikte kelime atlamadan anlatılanları kayıt altına almıştır.
dr. yalçın ergir / eylül 2006 – ankara
** ** **
BİR YÜREK YANGINININ İLK KIVILCIMLARI
İhsan Doğramacı, Çanakkale’de destanlar yazılırken, 3 Nisan 1915’te Türkmeneli bölgesindeki Erbil’de, Selçuklu Atabey’i Muzaffereddin Gökbörü’nün kalesinde dünyaya gelmişti. Babası Erbil eski belediye başkanlarından Irak Ayan Meclisi üyesi Doğramacızade Ali Paşa, annesi ise Osmanlı Meclisi Mebusanı Kerkük Mebusu Mehmet Ali Bey’in kızı İsmet Hanım’dı.
Lozan Antlaşması’ndan sonra Musul, dolayısıyla Erbil ana vatandan kopmuştu; ilkokuldaki, yani Erbil İpdidaiyesi’nde Türkmen öğretmenleri Sağır Mehmet Ali Efendi, öğrencilerini Çanakkale Destanı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı anlatarak coştururken, yürekleri vatan aşkıyla çarpıyordu. Tabii bir müddet sonra İngiliz Mandası’ndaki topraklarda vatan ateşini körükleyen bu öğretmen sürgüne gönderilecek, Türkçe eğitim de yasaklanacaktı.
Bu arada kimi günler küçük İhsan okuldan dönerken yolda ayakkabısız ya da paltosuz, ceketsiz tir tir titreyen bir çocukla karşılaştığında, kendisininkileri ona verip, eve ayakkabısız ya da ceketsiz dönüyor, varlıklı olsalar bile, ailesine kan ter içinde durumu izah etmeye çalışıyordu.
Okuyabilmek için oradan oraya göçtüğü yıllarda ailesi onun avukat olmasını isterken; o, nenesi Heybet Han Hatun’un anlattığı İzmir’deki merhametli bir doktorun hikayelerinden ve Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanından çok etkilenmiş bir çocuk olarak, doktor olmayı, çocukları hastalıklardan koruyabilmenin düşlerini kuruyordu.
İleri derecede tıp eğitimi alabilmek için gitmek istediği Edinburgh Tıp Fakültesi’ne üç yıl sonra yabancı öğrenci alınacaktı. 17 yaşında olduğu, 18 yaşından önce de Bağdat Tıp Fakültesi’ne giremeyeceği için, yaşı doluncaya kadar Beyrut Amerikan Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne devam etti. Üç yıllık Bağdat Tıp Fakültesi eğitiminin ardından 1936 senesinde yüreği onu Edinburgh yerine İstanbul Tıp Fakültesi’ne götürdü. Teorik ve pratik pek çok zorlu sınavdan geçerek beşinci sınıfa denk bulunarak kabul edildiği bu fakülteden 1938’de okul birincisi olarak mezun oldu.
KADER AĞLARINI ÖRÜYOR
O sırada, Manisa’da vali olan eniştesi Dr. Lütfü Kırdar’ın evinde misafirdi. İki yabancı, Vali Bey’i ziyarete gelmişti. Bunlardan biri, Ankara Numune Hastanesi Çocuk Kliniği Şefi Alman Prof. Dr. Albert Eckstein; diğeri ise kendisi gibi çocuk hekimi olan eşi Dr. Erna Eckstein’dı.
Türkiye’de çocuk sağlığının durumunu incelemek, bebek ölüm oranını saptamak amacıyla Anadolu’da araştırma yapmak üzere yola çıkmışlardı. İçişleri Bakanlığı’ndan aldıkları bir yazıyla valilerden, kaymakamlardan, köy muhtarlarından kendilerine yardımcı olmalarını istemekteydiler.
İhsan Doğramacı, henüz Tıbbiye’yi bitirmiş idealist bir doktor olarak bu araştırmaya katılabilmek için yanıp tutuşmaktaydı ve Eckstein bu katılma talebini kabul etmişti;
on beş senede her savaştan açık alınla çıkmış bir ülkenin, çocuk sağlığı muharebe alanındaki yerini almıştı.
Ve birlikte köylerde, çiftliklerde, mezralardaki evleri ziyaret ederek oralardaki çocuk sağlığının durumunu saptamaya koyuldular.
Onu acı bir sürpriz bekliyordu. Durum çok kötüydü. Doğan her üç bebekten birisi, bir yaşını doldurmadan ölüyordu; sağ kalanların sağlık durumları da genellikle iyi değildi.
Bir çocuk hekimi olarak elinden geleni yapmalıydı. O sonbahar, Atatürk’ün ölümüyle Cumhuriyet emanet edilmiş gençlerden birisi olarak Ankara Numune Hastanesi’nde Çocuk Hekimliği alanındaki ihtisas çalışmalarına başlamıştı. Artık kırda, köyde, hane hane dolaştıkları Prof. Dr. Eckstein’ın asistanıydı.
Pediatri ihtisasını tamamlamasının ardından 1944’e kadar sürecek Bağdat Çocuk Esirgeme Kurumu Hastanesi geldi. 1942’de bir ömür aynı yastığa baş koyacağı zarif eşi, Yıldırım Orduları Komutanı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın yeğeni, eski Irak başbakanlarından Hikmet Süleyman Bey’in kızı Ayser Hanım’la evlendi.
A.B.D. YILLARI
1944’te burs kazanarak gittiği A.B.D.’nin Harvard Üniversitesi Çocuk Hastanesi’nde pediatrinin ileri uzmanlık alanlarındaki son bilimsel gelişmeleri yerinde öğrenmeye başlamıştı.
Bu arada büyük savaş bitmiş, Dr. İhsan Doğramacı, St. Louis Washington Üniversitesi’nde ilk derslerini vermeye başlamıştı. Hoca Bey’in ilk hocalık günlerinin ilk öğrencileri Yeni Dünya’nın genç tıp fakültesi öğrencileriydi.
Biten savaşın ardından dünya, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere yeni örgütlenmelere kolları sıvamıştı. 1945 yılında Birleşmiş Milletler, uluslararası bir sağlık örgütü kurulmasını kararlaştırmış ve “WHO (Dünya Sağlık Örgütü) Anayasası” hazırlanmaya başlamıştı. Birleşmiş Milletler’in bu çalışmalarına katılan Dr. İhsan Doğramacı, 22 Temmuz 1946 tarihinde, WHO Anayasası’nın altına imza atacaktı.
Üzerinden altmış temmuz ayı geçtiğinde, WHO Anayasası’nın altına imza koyanlardan tek yaşayan, hala görüşü alınabilen tek temsilci, sevgili Hoca Bey’den başkası olmayacaktı.
1947’de Amerikan Akademi üyeliğine seçilen Dr. Doğramacı, öğretim elemanı olarak A.B.D.’de kalmak yerine, eşi Ayser, kızı Şermin ve Boston’da doğmuş oğlu Ali’yle birlikte Türkiye’ye dönmeyi tercih edecekti; üçüncü çocuğu Osman henüz dünyaya gelmemişti.
Başkent’teki hastanede bile 2-3 hasta bebek aynı yatakta yatıyor, yatakta ölü bulunmaları doğal karşılanıyordu;
büyük mücadele başlıyordu.
BİN BEBEKTEN ÜÇ YÜZÜNÜN ÖLDÜĞÜ ÜLKEDE
Bir zamanlar Manisa’da Dr. Eckstein’la tanışmasına vesile olmuş eniştesi Dr. Lütfü Kırdar o sırada İstanbul Valisi’ydi. Sağlık Bakanı Dr. Behçet Uz da aile dostlarıydı.
İkisi de onu İstanbul’da yeni açılmış olan Zeynep Kamil Doğumevi ya da Süleymaniye Doğumevi’nin başına getirmek istiyorlardı. Oysa onun amacı bir çocuk hekimi olarak mesleğinde ona en çok muhtaç olan Anadolu’nun kırsal bölgelerindeki çocuklara yardım edebilmekti. Bu yüzden kendilerine olumlu bir yanıt veremeyecekti.
Ve ailece arabayla Ankara’ya yöneldiler. A.B.D.’den dönerken, orada eşiyle kullandıkları iki adet Packard marka arabayı da Türkiye’ye getirmişler, tekini satıp, diğerinin vergilerini ödemişlerdi.
Dr. Doğramacı, Ankara’ya gelişinin ikinci günü Sıhhiye’deki Sağlık Bakanlığı’na başvurmuştu. İçinde ortaokul olan en küçük bir kasabada veya büyük bir köyde çocuk hekimi olarak görev istemişti. Zat İşleri Müdürü Salih Bey ona, bu yerlerde çocuk hekimliği kadrosu bulunmadığını, ancak birisi Mersin’de, öteki Balıkesir’de açılmış olan doğumevlerinde çocuk hekimi kadrosu olduğunu, bunlardan birisine kendisini atayabileceklerini söylediğinde aralarında aşağıdaki diyalog geçecekti:
- Tamam, birine tayin edin beni.
- Onay yetkisi Sağlık Bakanı’ndadır.
- Daha önce sayın bakanım bana İstanbul’da iki yer teklif etmişti.
(hayret ve alaycı bir ifadeyle)
- Neden kabul buyurmadınız efendim?
- Sizin yetkinizde olan bir atama yeri varsa siz tayin edin.
- Benim hükümet tabipliklerine atama yetkim var.
- O zaman beni herhangi bir küçük kasabaya hükümet tabibi olarak tayin edin.
- Dışarıda açık olan hükümet tabipliği yerleri yazılı; bunlardan birisini seç!..
Yerleri tanımadığı için yol gösterme amacıyla o dönemde Ankara Numune Hastanesi’nde doktor olan dostu Demirel Neftçi’nin yanına gitmişti.
Demirel:
- Hükümet tabipliğinde fazla bir çocuk hekimliğine yer yok; orada bir ecza dolabı var, içinde kinin, aspirin, trahom ilacı, tentürdiyot ve pansuman malzemeleri var. Gelen hastalara ya bunlardan biri verilir veya en yakın dispansere havale edilir. Hükümet Tabibi’nin zamanının çoğu katır sırtında, köylerde adli vakalara rapor yazmakla geçer.
Hayal kırıklığına uğramıştı. O sırada yıllarca önce asistanı olduğu Prof. Dr. Eckstein kendisini görmüştü.
- Aman ne iyi, Amerika’daki çalışmalarını, oradaki araştırmalarını tıp dergilerinden izliyordum; geçen sene Ankara Tıp Fakültesi kuruldu, hemen seni buraya doçent olarak alalım... diyordu.
NUMUNE HASTANESİ PENCERESİNDEN HACETTEPE
Hayatını en az gelişmiş kırsal bölgede geçirmeyi düşünürken, yolu tamamen değişmişti; gerçi 1948’de doçent olmasına İstanbul’da sudan nedenlerle sorun çıkartılmış, can dostu Dr. Celal Ertuğ ve - daha sonra İsmet İnönü’nün doktoru olacak – Prof. Zafer Paykoç’la birlikte 1949’da doçent olabilmişti.
Bahçelievler 5. Sokak’taki evlerine taşınmışlardı. Bugüne kadar bir gün bile tatil yapmadığı için, yaz aylarında kızı Şermin ve oğlu Ali tatile giden arkadaşlarının ardından, bomboş kalan sokakta oynarlardı.
Prof. Dr. Eckstein 1949’da Almanya’ya döndüğü zaman, kıdem sırasına göre 1946’da doçent olmuş Dr. Bahtiyar Demirağ, henüz Cebeci’ye taşınmamış, Numune Hastanesi’nde faaliyet gösteren Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği Direktörü olmuştu. Dr. Doğramacı bu kliniğin akışından ayrılmalı, düşlediği reform ve modern çocuk hastanesi projesi için Ankara Üniversitesi bünyesinde ayrı bir çocuk sağlığı enstitüsü kurmalıydı. Bu amaçla 1951’de Ankara Çocuk Sağlığı Derneği’ni, dernek de Cumhuriyet döneminin ilk vakfını kurmuştu.
Çocuk Sağlığı Enstitüsü projesini 1952’de önce sağlık bakanı Dr. Ekrem Hayri Üstündağ’a iletti. Ardından 16 Ocak 1954’te ne yapıp edip, Doç Dr. Celal Ertuğ ile birlikte - aslında o toplantıda yerleri olmayan - iki doçent olarak Profesörler Kurulu’nun toplantısına girip projeyi kabul ettirdi.
Derhal İncesu Deresi üzerindeki bir gecekonduya üzerinde “A.Ü. Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Klinik ve Enstitüsü” yazan tabelalarını astılar. Dünya çapında bir hastaneye ardından üniversiteye dönüşecek oluşum dünyaya gözlerini açmıştı.
Ankara Çocuk Sağlığı Derneği’ni kurmuş, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ankara Valisi Kemal Aygün, Kızılay Derneği, UNICEF, Rockefeller Vakfı arasında mekik dokuyordu.
Bu arada profesörlük zamanı da gelmişti. Ancak kendisi hakkında toplum sağlığı alanındaki çalışmalardan, gecekondulardaki çocuklara koşturmasından pay çıkarılarak komünist olduğu ihbarları yapılmaktaydı. Bunların hepsini, biraz da Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes’in tedavisiyle oluşmuş güven ortamında aşıp, önce Profesör oldu. Hemen ardından bitirimlerin, kabadayıların gecekondu semti Hacettepe’de 14 Haziran 1954’te tüm engellemelere rağmen Çocuk Sağlığı Enstitüsü’nün ve Çocuk Hastanesi’nin temelleri atıldı. İnşaat 20 Ağustos 1957’de tamamlandı ve 8 Temmuz 1958’e gelindiğinde, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde, donanımında ve uygulamalarında dünyanın en ileri tekniklerini barındıran Çocuk Sağlığı Enstitüsü’ne Ankara Üniversitesi senatosu kararı ile tüzel kişilik statüsü verildi.
Tüzel kişiliği olan enstitü adına arsalar alınabilecek ve binalar yapılabilecekti. Enstitü, yönetim kurulu kararı ile, 1961’de Türkiye’nin ilk Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Yüksek Okulu’nu, ilk Tıbbi Teknoloji Yüksek Okulu’nu ve lise sonrası öğrenci alan ilk Hemşirelik Yüksek Okulu’nu, 1962’de ise Beslenme ve Diyetetik Yüksek Okulu’nu kurdu.
BAŞBAKANLIK TEKLİFİ
Prof. Dr. Muvaffak Akman, “Yaşamımda Hacettepe ve Sonrası” kitabında 27 Mayıs 1960 ihtilalini takip eden günlerde Cemal Gürsel Paşa’nın Fahri Özdilek Paşa ile Hacettepe’ye gelip Hoca Bey’e Başbakanlık önerişlerini, Hoca Bey’in de bunu kabul etmeyişini yazmaktadır. Zaten Hoca Bey; 1954 yılında Demokrat Parti’nin mebus adaylığını da kabul etmemişti, 1965’teki hükümet krizinde parlamento dışından başbakanlığı da kabul etmeyecekti.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, tarihçi Prof. J. Grabowski ile gerçekleştirdiği söyleşide, “genç Profesör Doğramacı’nın ülkeyi yönetecek tüm yeteneklere sahip olduğuna karar verildiğini, ancak İhsan Doğramacı, yeteneklerini eğitim alanında kullanabilmek amacıyla Başbakanlık teklifini reddettiğini; bu konuda kendisine baskı yapılmasını önlemek amacıyla da nereye gittiğini kimseye söylemeden Ankara’dan ayrıldığını” söyleyecekti.
Konu ile ilgili olarak Dr. Saadettin Bilgiç de: “Yeni hükümeti kurma çalışmaları başladı; Başbakan Doğramacı olabilir kararına vardık ve Doğramacı’ya bu teklifi bizzat ben götürdüm, fakat Doğramacı kabul etmedi” diyecekti.
Nitekim, 1983 Turgut Özal döneminde de, Dışişleri Bakanlığı’nı, “zamanın tamamını yüksek öğretimin gelişmesine harcamak istediğini” belirtecek, “bu görevlerden affedilmesini rica ederek” kabul etmeyecekti.
Dönemin Milli Savunma Bakanı M. Vecdi Gönül de: “Başbakan Turgut Özal’ın, ilk hükümetini kuracağı sırada Manila’da bulunan Prof. Dr. Doğramacı’yı telefonla arayarak Dışişleri Bakanlığı teklifinde bulunduğunun bizzat şahidiyim. Prof. Doğramacı, “başlattığı işleri bitirmek amacında olduğunu” bildirerek bu teklifi nazik bir şekilde reddetmişti” diyecekti.
Kaç kişi bu makamları düşlemezdi ama o, yaşamını İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi’nin önündeki heykelde yazıldığı gibi sağlıkta ve eğitimde “daha ileriye – en iyiye” idealine adamıştı ve Manisa köylerinde başladığı işini, bir siyasi olarak değil, idealist bir hekim, yüzbinlere eğitim kapıları açacak bir eğitimci olarak sürdürecekti.
GECELİ GÜNDÜZLÜ ÇALIŞMA
1961 senesine kadar çok değerli doktorlar Hacettepe bünyesinde toplanmaya başlamıştı; doktorları sırayla Amerika’daki hastanelere eğitime gidip, Ankaralı çocukları son tıbbi bilgilerle tedavi edebilmek için geri dönerlerken muazzam bir bilimsel ve teknoloji çarkı dönmekteydi. Tam gün çalışma, hatta gün aşırı nöbet esastı. Doktorlar rakamların dünyasından uzak, kendilerini hastane ve hastalarına adamak durumundaydı. Özgürce tartışma, araştırma, bilgiyi paylaşma esastı. İhtiyaçları çoktan doğmuş olduğundan Fizyoterapi’sinden, Tıbbi Teknoloji’sine, Beslenme’sinden, Hemşirelik’ine birer birer enstitüye bağlı yüksek okullar açılmaktaydı.
Ne yazık ki – ama belki de iyi ki - bu sağlık ve eğitim reformunu 21 Mart 1961’te büyük bir yangın kavuracak; güzelim hastane bir gecede kül olacaktı.
Ancak hemen ertesi gün sabaha karşı kollar sıvanacak, altı ay geceli gündüzlü çalışma ile harap olan iki katlı hastane bu sefer altı katlı olarak yeniden açılacak; üstelik 21 Eylül 1961’deki uluslararası “2. Orta Doğu – Akdeniz Pediatri Kongresi”ne ev sahipliği yapacaktı.
DEVLET PLANLAMA TEŞKİLATI & İLK “5 YILLIK KALKINMA PLANI”
Hoca Bey’in görüşüne göre, klinik uygulamaları bağlı oldukları Tıp Fakültesi’ndekilerden farklıydı ve bağımsız olup ayrı bir tıp fakültesine dönüşmeleri gerekiyordu. Beklediği fırsat doğmuştu; 1961’de kurulmuş çiçeği burnunda Devlet Planlama Teşkilatı, 1962’de Ankara ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültelerine önlerindeki yıl öğrenci alımlarına 100’er öğrenci daha eklemeleri yazısı göndermişti. Bunun için de gerekli mali destek ve kadro ihtiyaçlarının belirlenmesi istenmekteydi.
Uzun tartışmalardan sonra her iki fakülte de öneriyi kabul etmiyordu. Öğrenci sayısının artmasıyla eğitim kalitesinin düşeceğini, ayrıca Devlet Planlama Teşkilatı’nın üniversitelere öneride bulunmasının, üniversite özerkliğiyle bağdaşamayacağını söylüyorlardı.
Bunun üzerine Hoca Bey, Devlet Planlama Teşkilatı’na gidiyor, orada Sosyal Planlama Dairesi Başkanı Evner Ergun ile görüşüyor ve ona bir öneride bulunuyordu:
Ankara’da rektörlüğe bağlı Çocuk Sağlığı Enstitüsü’nü kurmuştu. Bu enstitü ve ona bağlı sağlıkla ilgili yüksek okulların potansiyeliyle ikinci bir tıp fakültesi açılabilir ve ülke şartlarının büyük gereksinimi olan doktorların yetiştirilebilmesi için öğrenciler alınabilirdi.
Evner Ergun çalışma arkadaşları ile birlikte gelip Hacettepe’deki enstitüyü, ona bağlı okulları, laboratuvarları görmüşler ve ihtiyaç duyulan doktor sayısı için kurulacak ikinci bir fakülte şartlarına sahip olunduğuna tanık olmuşlardı. Bunun üzerine de gerekli maddi desteği vereceklerini bildirmişlerdi.
Hoca Bey’in yanıtı ise basitti:
- Hiçbir maddi destek istemiyorum, kadrom da tamamdır; zira yıllar önce bursla A.B.D.’ye gönderdiğim elemanlar Hacettepe’ye dönmüşlerdir. Ancak planın 1963 Uygulama Programı’nda, “Çocuk Sağlığı Enstitüsü potansiyeli ile Ankara Üniversitesi’ne bağlı ikinci bir Tıp Fakültesi kurulması hükmü yer almaktadır…”
Nitekim bu hüküm 1963 Uygulama Planı’na konmuştu.
Böylece Hacettepe Tıp Fakültesi’nin kurulması 1963 yılında plan ve dolayısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla hükme bağlanmıştı.
TIP FAKÜLTESİ’NDE KIYAMET KOPUYOR
Devlet Planlama Teşkilatı; 1963 yılı başında Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’ne bir yazı yazarak 1963 Uygulama Planı’nda yer alan, Ankara Üniversitesi bünyesinde kurulacak Hacettepe Tıp Fakültesi’nin hazırlık çalışmaları hakkında bilgi istemişti.
Tıp Fakültesi bu durumdan haberdar olunca kıyamet koptu. Başbakan İsmet İnönü’nün özel doktoru olan Prof. Zafer Paykoç aracılığıyla başbakandan randevu istenmişti. Kalabalık bir profesörler grubu Meclis’te Başbakan İnönü tarafından kabul edilmişti; İnönü toplantıya Maliye Bakanı Ferid Melen ve Milli Eğitim Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu’nu da çağırmıştı.
Profesörler, İnönü’ye “henüz Tıp Fakültesi kuruluş dönemindeyken, bunun ikiye bölünmesinin yanlış olacağını” anlatmışlardı.
Başbakan İnönü, Milli Eğitim ve Maliye bakanlarına, 1963 bütçesinde böyle bir destek hükmü olup olmadığını sorunca da, bakanlar kesinlikle olmadığını bildirmişlerdi.
Aslında Hoca Bey de başından beri böyle bir desteğe ihtiyaç olmadığını bildirmişti.
- Gidin, gidin; yapamaz... deyince, profesörler rahat bir nefes alarak başbakanın yanından ayrılacaktı.
Ardından İnönü; Ankara Üniversitesi Rektörü Suut Kemal Yetkin’i arayarak durumdan haberi olup olmadığını sormuştu.
Rektör de bilgi vermek için Meclis’te İnönü’yü ziyaret ediyor ve yanında Devlet Planlama Teşkilatı’nın 1963’te böyle “ikinci bir fakülte açılmasıyla ilgili hükmün” yazısını getiriyordu. Bu sefer İnönü yazıyı rektör Yetkin’den alıp, ertesi gün Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’na gidiyor, orada Evner Ergun’dan fakültelerin kontenjanlarını arttıramadıklarını; halbuki Doğramacı’nın kurduğu enstitüde, hiçbir mali destek ve kadro ihtiyacı olmadan ikinci bir fakülte kurulabileceğini, bunun 1963 Uygulama Planı’nda da yer aldığını dinliyordu.
Başbakan, Ergun’a bir gün önce profesörlerin gelip, fakültenin ikiye bölünmesini istemediklerini söyleyince; Ergun da, “projede mevcut fakülteye dokunulmadığını, yani fakültenin ikiye bölünmeyip; ülkenin acil ihtiyacına göre rektörlüğe bağlı bir fakülte daha kurulmasının” öngörüldüğünü söylüyordu.
İnönü:
- Peki bu projeyi bir yıl ertelesek? diye sorunca Ergun:
- Bunun için yeni bir kanun gerekli; çünkü 1963 Uygulama Planı’nda mevcut bir hükmü, ayrı bir kanunla ertelemek mümkündür; bu durumda 5 yıl dokunulmayacak olan planın daha ilk yıldan delinmesi sonucunda, muhalefetin yeni yeni önerileriyle 5 yıllık uygulama planının daha çok delinebileceği ihtimali karşısında bu uygun olmaz... yanıtını veriyordu.
Bunun üzerine İnönü Başbakanlık’a gidip doktoru Prof. Zafer Paykoç’u çağırıyor ve kendisine:
- Biraz rahatsızım, beni muayene et. diyordu. Muayene sonucunda Dr. Paykoç, Paşa’ya:
- Sayın Paşam yoruluyorsunuz çalışmalarınızı biraz yavaşlatın. diye tavsiyede bulunuyor.
Paşa da Dr. Paykoç’a soruyordu:
- Doktor; bu fakülte kurulursa sana bir zararı var mı?
- Sayın Paşam, ne zararı olacak; bana bir zararı olmaz.
- Gidin arkadaşlarınıza deyin ki, bu fakülte kuruluyor, kuruluyor.
- Ama paşam dün söz verdiniz olmaz diye?
- Ben verdim ama söyleyin değiştirdi fikrini diye, kuruluyor...
Doğramacı’ya bu diyalogu daha sonra Başbakan’ın özel kalem müdürü anlatacaktı.
MİLLİ EĞİTİM BAKANI İSTİFA EDİYOR
Ardından yeni tıp fakültesinin kurulması üniversite senatosuna öneriliyor, ancak Milli Eğitim Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu kararı onaylamıyor:
- Daha önceden beri buna karşıyım; ben buna evet diyemem... deyince, konu CHP Grup Meclisi’nde görüşülüyordu.
Grup toplantısında, bu kararın onaylanması gerektiği konusunda israr edilince, Şevket Raşit Hatipoğlu o gün Milli Eğitim Bakanlığı’ndan istifa ediyor ve ertesi gün, yani 12 Haziran 1963’te Bursa Milletvekili Dr. İbrahim Öktem, Milli Eğitim Bakanı oluyordu. Öktem ilk imzasını da: “Ankara Üniversitesi’ne bağlı Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi”nin kuruluşuna atıyordu.
O sıralarda Ankara Üniversitesi rektörlüğü için Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne gidilip “en çok iki ay içinde ikinci fakülte “Hacettepe Tıp Fakültesi”ni kapatır, iki ay içinde enstitü olarak size bağlarım” vaadiyle puan toplanmaya çalışılıyordu. “Bunun nasıl yapılacağı?” sorusuna karşı da “konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürüp, oradan karar alınacağı” bildiriliyordu.
Haber Hacettepe’ye geliyor; konunun Anayasa Mahkemesi’ne götürüleceği, bir üniversitede aynı tipte iki ayrı fakülte olamayacağından Anayasa Mahkemesi’nce Hacettepe Tıp Fakültesi’nin kapatılması kararının çıkabileceği duyuluyordu. Doğramacı:
- Aman koş yangın var – böyle bir durum var... diye Anayasa Profesörü dostu Bülent Nuri Esen’e haber gönderiyordu.
Bülent Nuri Esen de:
- Mahkeme sonucunda ne karar çıkacak belli olmaz; sen de rektör adayı olsana... diyordu.
UNUTULMAZ BİR REKTÖRLÜK SEÇİMİ
Durup dururken son anda Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’ne aday olmuştu; seçim Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi – Farabi Salonu’nunda yapılacaktı. Rektör adayları Ankara Üniversitesi’nin sevilen hocaları Prof. Dr. Bedri Gürsoy, Prof. Dr. Cahit Talas ve Prof. Dr. Fehmi Yavuz’du.
Hoca Bey seçimlere iki doçenti: Burhan Say ve Abdullah Kenanoğlu’nu çağırmıştı.
Onlara seçimin saat 10:00’da olacağını, yarım saat öncesinden gidip, gelenlere
“İhsan Doğramacı adaylığı kabul etti...” demelerini söylemişti.
Derken seçim başlıyor, önce:
- Kimi aday gösteriyorsanız isimlerini kağıda yazın - biz de tahtaya yazalım... deniyordu.
Dört adayın ismi yazıldıktan sonra:
- Bu adaylardan birisini, üç yüz elli seçmen profesörün yarısından çok kişi aday göstermişse seçilmiş sayılsın... deniyor, bu öneri kabul ediliyor ve İhsan Doğramacı daha iki yüz elli kişi oyunu kullanmışken iki yüz kişi tarafından aday gösteriliyordu.
Bir gün öncesine kadar akıllara gelmeyecek gerçekleşiyor, “2. Tıp Fakültesi açılmasın” denilirken, Doğramacı, 1. Tıp Fakültesi’nin bağlı olduğu Ankara Üniversitesi’nin rektörü oluyordu. Bunda Hacettepe’de gerçekleşmekte olan imrendirici gelişmelere tanıklığın ve güvenin etkisi de büyüktü.
Bu durumda heyecanla Bülent Nuri Esen’in yanına gidiyor:
- Şimdi ne yapacağım? diye soruyordu. Bülent Nuri de kendisine gülerek:
- Nutuk atacaksın... diyordu.
Hoca Bey de yapacaklarını yazıp kürsüye çıkıyor - alkışlar arasında rektör seçilişi kutlanıyordu.
Üniversite Genel Sekreter’i Muzaffer Üçdoğan:
- Yarın öğleden sonra Ziraat Fakültesi’ndeki Rektörlük Binası’na tebrike gelecekler; çay pasta falan hazırlayalım... deyince Doğramacı:
- Ben bir hafta gelmeyeceğim... diyerek, Ankara Üniversitesi Rektörü sıfatıyla doğru Devlet Planlama Teşkilatı’na gidiyordu.
Kaybedecek vakit yoktu; çünkü inşaatlar, avan projeler Hacettepe’de jet hızıyla biterken, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Morfoloji Binası bile yıllardır inşaat halinde durmaktaydı. Doğramacı Devlet Planlama Teşkilatı’nda Ankara Üniversitesi’nin yatırımlarıyla ilgili olarak fakültelerden gelen önerileri inceliyor, bu önerilerin “dekanlar tarafından” geldiği için işleme konulmadığını, usulen “rektör tarafından” gelmesi gerektiği kendisine söyleniyordu. Bunun üzerine Doğramacı, Hacettepe’de kurduğu inşaat bürosu tarafından avam projeler hazırlatıyor ve bunların maliyetini hesaplatarak “Rektör” imzasıyla Devlet Planlama Teşkilatı’na sunuyordu.
Büyük bir şans eseri olarak o günlerde toplanan “Yüksek Planlama Kurulu”, yeni rektörün önerilerini kabul ediyordu.
Bir hafta sonra da üniversitenin ilk senato toplantısına gidiyordu. Gelirken kalabalık öğrenciler ona yurtlarla, ulaşımla, ya da burslarla ilgili sorunlarını aktardıklarında kendilerine:
- Şimdi toplantımız olacak; siz yarın Rektörlük’e gelin, sorununuzu halledeyim... diyordu.
Ancak toplantı başladığında görülen oydu ki bu işler hiç de kolay olmayacaktı.
Sözü önce bir maliye profesörü almış;
- Sayın Rektör; size dost olarak bir önerim var; burası özerk Ankara Üniversitesi’dir. Siz öğrencilere sorununuzu halledeceğim dediniz. Burası Hacettepe Hastanesi değil, kararı Senato verir, Rektör onu uygular. Lütfen söz vermeyin; kararlar buradan geçer!... demişti.
Taze rektör Doğramacı da:
- Gündemimizde bu yok; bunu yazın, gelecek toplantıda tartışalım... yanıtını vermişti.
Öneri ikinci toplantıda yazılı olarak bildiriliyor ve bu öneri toplantıda Senato gündeminin 4. maddesi olarak yer alıyordu.
Profesör:
- Geçen seferki konuşmamı lütfedip gündeme almışsınız, fakat ben Merkez Bankası Yönetim Kurulu üyesiyim; bir saat sonra toplantıya yetişmem lazım, siz o maddeyi başa alırsanız ben de görüşümü arz ederim... deyince,
Doğramacı:
- Konuyu zaten geçen toplantıda anlatmıştınız. Ben bunu neden gündeme aldım biliyor musunuz? Sayın Senato’dan, sayın profesöre kınama ve üç toplantıya katılmama cezasının verilmesini rica ediyorum!... diyor,
- Ben buraya hizmet etmek için geldim; geçen bir hafta içinde yıllardır karkas halinde duran Tıp Fakültesi Morfoloji Binası’nın iki yıllık görevim bitmeden önce tamamlanabilmesini sağladım. Bunun dışında, kirada bulunan Eczacılık Fakültesi binası inşaatına başlanacak ve bu sürede tamamlanacaktır. Ayrıca üniversitemizin her fakültesine bir veya iki bina eklenecek ve tamamlanacaktır. Bu bir hafta içinde ancak üniversiteye hizmet yolundaki teşebbüslerim sayın profesörün yaptığı gibi çıkışlarla engellenecekse ben bu görevde yokum. İbret olsun diye sayın profesöre önerdiğim cezaları kabul buyurmuyorsanız, ben şu anda istifa ediyorum, kendinize göre bir rektör seçin; kesin kararım budur... diye devam ediyordu.
Bunun üzerine toplantıda bulunan Prof. Bülent Nuri Esen, yanına gelerek, sakin olmasını rica ediyor; Doğramacı da profesöre, “bu seferlik affettiğini ve toplantısına gidebileceğini” söylüyordu.
ŞANTİYE FAKÜLTELER, ŞANTİYE SİSTEMLER
Ankara Üniversitesi’nde de, Hacettepe Tıp Fakültesi’nde de yıldırım hızıyla büyük değişiklikler oluyordu. Binalar binaları, yüksek okullar yüksek okulları takip ediyordu. Ankara akademik bir şantiyeye dönüşmüştü.
Bu arada Hacettepe Tıp Fakültesi’nin 1963’teki ilk öğrencilerine “kendilerinin buradan doktor olarak değil, sağlık memuru olarak çıkacakları” yönünde söylentiler geliyordu.
İçlerinde Hacettepe Üniversitesi’nin şu andaki rektörü olan T.E.D. Ankara Koleji’nden de ağabeyimiz olan Prof. Dr. Tunçalp Özgen’in de bulunduğu öğrencilerin endişesini Hoca Bey “kendilerinin doktor, hem de hastadan korkmayan, hastaya dokunan en üst düzeyde bilgili doktorlar olarak mezun olacaklarını” söyleyerek ortadan kaldırıyordu.
Türkiye’de, Cumhuriyet’in 40. yılında hala tek bir Dişhekimliği Fakültesi vardı ve dünyada uzay çalışmalarının son sürat devam ettiği bu dönemde diş tedavilerini pek çok yerde hala berberler, teknisyenler yapmaktaydı. Oyalanacak dakika yoktu, ikinci, üçüncü fakültelerin bir an önce açılması şarttı.
Durum İstanbul’a sorulmuş ve düşleri yıllar-yıllar sonraya erteleyen rapor Hoca Bey’e gelmişti:
- Ankara’da Dişhekimliği Fakültesi için kadro lazım; kadro için İstanbul’daki fakülteye Ankara’da öğretim görevlisi olabilmeleri için ek öğrenci alıp yetiştirelim, daha sonra doçent olduklarında Ankara’ya gönderelim.
Yani acil ihtiyaç yeni Dişhekimliği Fakültesi’nin eğitim çarklarına katılması onlarca yıl sonraya, Kaf Dağı’nın ardına erteleniyordu.
Hoca Bey tabii ki “ne yapalım, biz de bekleriz” demeyecekti. Dünyada Tıp ve Dişhekimliği fakültelerinin ilk iki sınıfında derslerin yüzde doksanı ortaktı. Yani öğrenci alınıp, Tıp Fakültesi ile birlikte derslere başlanabilir – gerisine de bu süre içinde mutlaka bir çözüm bulunurdu.
Hoca Bey, toplantıda önerisini söyleyecek ve kendisine has bir şekilde oylayacaktı:
- Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne bağlı Dişhekimliği Yüksek Okulu açılacaktır;
kabul etmeyen?
- Kabul edilmiştir...
İki hafta sonraki toplantıda Hoca Bey diğer önerisini söyleyecek, yine kendisine has şekilde oylayacaktı:
- Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne bağlı Dişhekimliği Yüksek Okulu açılacaktır;
karşı çıkan?
- Kabul edilmiştir...
1963 yılında Dişhekimi olacak, Eczacı olacak pek çok genç, birinci sınıflardaki yerini almıştı.
1965’te yepyeni binaları, yepyeni fakülte ve yüksek okulları, dinamik bilim ve eğitim yapılaşması ile Ankara Üniversitesi’ndeki rektörlük görevinden ayrıldı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı olduysa da, enerjisinin büyük kısmı Hacettepe’nin tozlu yokuşunda doğmuş bir dünya eğitim ve sağlık oluşumuna yoğunlaşmıştı.
UZUN İNCE YOLUN SONU YA DA BAŞI
Nihayet, Hacettepe Üniversitesi’nin kurulması hakkındaki 892 sayılı kanun 8 Temmuz 1967’de, yani bir gecekondu semtinde Çocuk Hastanesi’nin açılışından tam dokuz yıl sonra Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giriyordu:
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ KURULMASI HAKKINDA KANUN
Resmi Gazete: 8.7.1967
Kanun No: 892
Madde 1 - Merkezi Ankara'da olmak üzere "Hacettepe Üniversitesi" adı ile tüzel kişiliği haiz özerk bir üniversite kurulmuştur...
Hacettepe Üniversitesi kurulmuştu – rektörü de İhsan Doğramacı olacaktı. Hacettepe olayı, bilimsel ve idari işleyişi, dünyada büyük bir hayranlıkla izleniyor, örnek alınıyordu.
Uluslararası heyetlerin ziyaretleri, gözlemleri ve ülkelerine dönüşlerinde sundukları hayranlık raporları birbirini izliyordu.
Yetmezdi; yalnız Ankara’da değil, Türkiye’nin her tarafında yeni fakülteler açılmalı, yakın geçmişte okuma yazma oranının trajik boyutta olduğu bir ülkenin çocukları yurdun her köşesinde eğitilmeli, uygarlığın ulaştığı bilim seviyesine erişebilmeliydi.
Hoca Bey, Hacettepe Üniversitesi’nin kuruluşundan sonraki on yıl içinde, Adana, Eskişehir, Kayseri, Samsun ve Sivas'taki üniversiteler ile Erzurum ve Trabzon’daki tıp fakültelerini ülkeye kazandıracaktı.
ÜNİVERSİTELER, ÜNİVERSİTELER, ÜNİVERSİTELER...
Çark bir kere dönmüştü,
önce yurdun bir ucundan ötekine devletin üniversiteleri, üniversiteleri, üniversiteleri;
10 Aralık 1981 - 10 Temmuz 1992 tarihleri arasında T.C. Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı,
ardından da Bilkent Üniversitesi’nin Anayasa Mahkemesi’ne kadar uzanan mücadelesiyle açtığı yoldan vakıf üniversiteleri, üniversiteleri, üniversiteleri gelecekti.
91. YILDA – 91. YAŞTA
Öykümüz uzun, ince yolun sonuna ya da başına kadar. Yeni kuşaklara, yeni Doğramacı’lara karanlıkta bir ateş böceği ışığı, ülke eğitimi için yanacak genç yüreklere bir kıvılcım oluşturabilecekse ne mutlu bana.
Şu anda Hoca Bey 91 yaşında.
1985’ten günümüze Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı olan eğitim çınarı, sayısallaşmış bir dünyada UNICEF'in merasim salonunda iki dönem başkanlığının bulunması nedeniyle iki portresi bulunan tek yürütme kurulu başkanı. UNICEF Türkiye Milli Komitesi’nin de 1958’den bu yana başkanlığını yapmakta.
Ayrıca Uluslararası Pediatri Kurumu’nun onursal başkanı, 1980’den beri de Uluslararası Çocuk Sağlığı Merkezi’nin başkanı bulunmakta.
60 yaşında öğrendiği Fransızca ile 1975-1980 yılları arasında Paris V Üniversitesi’nde Fransızca Pediatri dersleri veren,
sekizinci dili İtalyanca'yı 89 yaşında öğrenen Hoca Bey,
91. yaşında, belki de bir gün Çin’de Çince eğitim verme düşüyle Çince öğrenmekte.
Bu satırları birlikte kaydettiğimiz Yrd. Doç. Dr. Esra Fındık da 1965’ten beri Hoca Bey’in sekreteri olarak bir başka milenyuma uzayacak yaşam çizgisinde Hoca Bey’in vefalı dostları arasında yerini almakta.
Bağışladığı ve kira ödeyerek oturduğu Bilkent’teki konutunda, tüm bir yaşam olduğu gibi yine hiç tatil yapmaksızın, kalkınmadan payını yeterince alamamış yurt köşelerinde, kimisi eğitime başlamış, yoksul çocukları burs şemsiyesine almış, dünya çapındaki eğitim kuruluşlarının kurulması çabalarını sürdürmekte.
4 Temmuz 2006’da yürürlüğe giren 5526 sayılı kanunla, Türkiye’nin doğusunda ve güney doğusunda, birer Oxford, birer Harvard ayarında – öğrencilerinin en az yüzde yetmişinin bursla okutulacağı - en üst seviyede eğitim verecek, uluslararası bakalorya diploması ile mezun olunacak okullar açmakta.
T.C. Devlet Üstün Hizmet Madalyası da dahil olmak üzere, madalyalarla, nişanlarla dolu yağlıboya tablosunun önündeki masasında,
çocuğu şifa bulabilmiş, üniversite eğitiminden geçebilmiş ya da Türkmeneli’nde açtığı okullar sayesinde Türkçe eğitilebilmiş kimbilir kaç annenin hayır duasıyla yepyeni projeler üretmekte.
Hacettepe Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi bahçelerinde, (yaşarken dikilmesini arzulamadığı halde) “Daha ileriye... en iyiye” düşüyle dikilmiş heykelleri yer almakta.
Satırlarımız müziğe, sanatın pek çok alanına muazzam katkılarına değinmeden tamam değil, ama yazıldıkları 2006 yılının Eylül ayında,
Hacettepe’nin kuruluşuna emeği geçmiş işçilerin fotoğraflarını duvarına asmış Hoca Bey hala durmaz çalışır,
dokuz haneli cep telefonu numaralarını, kırk üç sene önceki bir toplantıya katılanların isimlerini ezbere söyler,
genç yöneticilere detaylarıyla yol gösterip,
Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sundaki eğitim seferberliği için büyük idealleri gerçeğe dönüştürürken,
şimdilik bu kadar.
Ne kadar isterdim;
o yıllarda o ekiple o heyecanı yaşamış olabilmeyi,
bin bebekten üç yüzünün öldüğü bir ülkede dünyaya örnek bir çocuk hastanesinden,
yurdun dört bir yanında yepyeni üniversitelerin kurulabilmesine öncülük edebilmeyi.
Nice 91 yıllara,
nice çağdaş okullarla,
nice sağlıklı kuşaklarla,
“daha iyiye, en ileriye”
sevgili Hoca Bey...
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
(dr. yalçın ergir – ortodontist / hacettepe üniversitesi – 1980)
bu yazının powerpoint sunum hali:http://www.ergir.com/hocabey.htm adresindedir
diğer düş hekimi belgeselleri: http://www.ergir.com/belgeseller.htm adresindedir