Ayşe Arman: Paraşütle
atlamak
Ayşe ARMAN
Yani merak etmediniz mi?
Paraşütle atlamak nasıl olurdu diye hiç aklınızdan geçirmediniz
mi?
Hep daha önemli meseleleriniz mi vardı ilgilendiğiniz.
İyi.
Öyleyse okumayın aşağıdaki yazıyı.
Ama eğer, nasıl olurdu boşluğa atlamak, paraşüt açılıncaya kadar
geçen o zamanda kimbilir neler gelir insanın aklına dediyseniz, siz
de bizdensiniz. Var böyle insanlar, kafayı abuk sabuk şeylere
takarlar.
Yalçın Ergir de onlardan biri.
Adam aslında sıkı bir dişçi.
Ama Allahtan, diş hekiminden çok düş hekimi.
Ankaralıdır kendisi. Takar kulağına wallk-man'i, yürüyerek
dolaşır yaşadığı şehri. En acayip yerleri keşfeder. Bisiklete biner,
Tuz Gölü'ne gider. Sıkı tensiçidir, Türkiye'yi
Avrupa'da temsil eder. Bir gün Kapadokya'da balona biner,
mutlaka dene diye telefon eder, bir gün bir kamyonun arkasına atlar
Akdeniz'e gider.
O bana günlerden bir gün bir hediye vermişti: Bir kaset. Hala
saklarım o kaseti. Daha yüzünü görmediğim o adam (sonradan gördüm,
sakallı şeker biri) paraşütle uçaktan atlıyordu. O heyecanını
sevdikleriyle paylaşabilmek için de kendisini kameraya çektiriyordu.
Deli yani! Ama nasıl keyifliydi anlatamam, bu işin profesyoneli
olmayan birini bilmem kaç metereden ulan nasıl atlayacağım şimdi
derken izlemek.
Yalçın yazı da yazıyor.
Arada yazdıklarını bana da gönderiyor.
Alçak!
Şimdi yazı değil, kitap göndermiş.
Ümit Yayıncılık'tan çıkan kitabının adı ‘‘Düş Hekimi’’.
Aşağıda ‘‘Sınırda’’ isimli öyküsünü okuyacaksınız.
Hani şu paraşütle ilgili olanını...
***
Sarkmış aşağıya bakıyorum, 3000 metreden.
Gözümde gözlük, sırtımda paraşüt, yaşamla ölümün ince sınırında,
uçağın kapısında, BİR RÜYANIN BAŞINDA.
Elanor Rigby, pirinç toplamakta aşağıda, tüm yalnız
insanların arasında. Ve ben yukarıdayım, evden uzakta,
Migros'tan pirinç aldığımı sanacakları kadar uzakta, New
Yorkta'ki Özgürlük Heykeli'ni görebilecek kadar da
yüksekte. Herşey yolunda. Yarın yeni bir iş günü daha olacak,
taksitler yatacak, yağmurlar yağacak, Arap kızı camdan
bakacak.
Atlarken ya dalarsam ve unutursam açmayı paraşütümü? O zaman,
Cuma günü Hakkı'yla tenise gidemem, halıya leblebi de
dökemem, parkın ahşap bankına yatıp, ilkbaharın ilk güneşini bile
bekleyemem. Çok bozulurum, Simon and Gurfunkel walkman'imde
bana ‘‘Boksor ve Kavgacı’’nın hikayesini anlatırken,
‘‘Köfteci Ferit’’e yürüyemezsem. Bir aralık akşamı, güneş
batarken, Ankara Kalesi'ne çıkıp, Altındağ'ın gece
kondularına baka baka ayaklarımı sallayamazsam.
***
Üç santim, iki santim ve hooooop, uçuyorum, uçuyorum işte!
Yanımda geçen rüzgar değil, yıllar. Beni her metrede, bir zamanlar
olduğumdan daha yaşlı ve olacağımdan daha geç yapan. Gölgem bir
cenin gibi büyümekte yerde, ben kayarken yılların arasından bir taş
gibi.
Aysun bir daha öyle konuşursa, Allah belamı versin
öpeceğim onu, isterse görsün kapıcı. İşte Ay da çıktı, hem de
dolunay. Ama ben ondan da uzaklaşıyorum, Ay ışığı altında gölgem
büyüyor, toprak ananın karnında.
Açılmayacaksa bu meret, bari Aysun kucağını açıp beklesin
beni. Ne muhteşem bir kavuşma olur ama, ayıramazlar
kaburgalarımızı.
Gülşen, Pide Kebap 49'un camını nasıl indirmişti biz şut
çekişirken? ‘‘Ben kırdım’’ demiştim babama, rehin topu almak
için. Aferin, ama, sen memurdun, Gülşen'in babası Amerikan
pazarcı. Bağışla babacığım beni.
Demiryollarının üzerine çivi koyup çakı yapmak çok zevkliydi,
hani hiç acıtmayacaktı sünnet? Hani dişçi sadece bakacaktı? Demek
bir kadını öperken alt dudağını emmek gerekiyordu. Erhan
Abi, Maltepe'deki randevu evine bile gitmişti. Erhan
abili maçlar da bitmişti. Okulda solcuların afişleri, sağcıların da
el yazıları çok güzeldi. Hepsi tek tek iyi insanlardı, kimin kötü
olduğunu çözemeden okul bitti. Kırk iki defa nisan geldi, kırk iki
defa aralık. Otuzu anlamakla geçti kırk iki nisanın, nasıl sevdiğini
birbirini, iki insanın.
***
Tut ki unuttum paraşüt açmayı, ya da tut ki açılmadı. Yarın da
kredi kartı borcu ödemesinin son günü. Şimdi cep telefonumla
Aysun'u arayıp ‘‘Seni çok seviyorum’’ desem? Ya
‘‘Şu anda çok meşgulüm, sonra ara!’’ derse? Ata binmeyi
öğrenecek kadar vaktim var mı acaba? ‘‘Çok çok acil’’ desem
gelir mi hemen Whooper, Burger King'den?
Açılmazsa anasını satayım, iki ters, bir düz takla atıp öyle
düşerim ben de, hem de acayip havam olur. Sibel ile bir an
önce barışmalıyım, umarım naza çekip uzatmaz. Allah kahretsin, keşke
uyuya kalmayıp dün Polatlı'ya çorba içmeye gitseydim, doğan
ilk güneşin ilk ışıkları dikiz aynamda. İki gözüm önüme aksın, (bak
büyük yemin ediyorum) açılmayacağını bir bilsem şu meretin, hemen
çekip Tuz Gölü'ne bisiklete binmeye giderim. Bu paraşütü
katlayan herif de çok kötü bakıyordu hani, bi bok yapmış olmasa
bari.
***
Sevgili Zeynep, özür dilerim. Bak kaç metre kaldı yere,
‘‘Bırak artık onu’’ demek için sana geç kalmış olabilirim,
ama lütfen bırak onu. Hem, belki senin paraşütünü de aynı herif
katlamıştır. Ben ‘‘Martı’’yı kaç yaşında okumuştum? Ya
‘‘Küçük Prens’’i, ‘‘Şeker Portakalı’’nı? Acaba,
‘‘Ezgi'nin Günlüğü’’nü yine ilk defa dinlesem, aynı tadı
alabilir miyim, ödüm bokuma karışırken şimdi?
Aslında vaziyeti bir kurtarsam, ilk yapacağım iş yandaki çalar
saati, aldığım saatçinin kafasına fırlatıp: ‘‘Saatin bu sabah da
çalmadı’’ diye bağırmak olacak. Yine geç kaldım. Bugün yeni bir
iş gün ve daha kredi kartlarımın borcunu ödeyeceğim. Gözümde gözlük,
sırtımda ceket, yatak ile sokağın ince sınırında, evimin kapısında,
BİR RÜYANIN SONUNDA.
|