JÜBİLE

 

Ayrılık vakti gelip çatmıştı.

 

Aslında, o kendi yoluna – ben kendi yoluma gitmiyorduk;

o kalıyor, ben yürümeye onsuz devam ediyordum.

 

1998 yazıydı; her zamanki gibi 6/0, 6/0 yenildiğim bir tenis maçımızın bitiminde, tenisin Eric Clapton’u Hakkı Özgenel bana:

 

- Al oğlum, bunlar senin; tam sana göre – güle güle kullan...

 

diye boğazlı, su geçirmeyen ama hava alabilen, taş gibi bir Adidas - Trekking ayakkabısı hediye etmişti.

 

Normalde böyle her tarafından markası bağıran bir ayakkabıyı gidip almazdım ama ayağıma cuk oturan bu hediyeyi de reddedememiştim.

 

Derken yeşil sırt çantam gibi, o da “olmazsa olmaz” dostlarımdan olmuş; yıllar boyu gökte, derede, tepede, teknede, lokomotifte, bisiklette, binlerce yürünmüş kilometrede, hatta paraşütle uçaktan atlarken bile hep bağlarıyla sımsıkı sarılmıştı.

 

Daha geçen hafta uzuuun bir yürüyüşte mola verdiğimde, ayağımdan hiç çıkarmadan, direkt şortumla ve tişörtümle denize girmiş, “coss” diye serinledikten sonra yürümeye devam etmiştim. O uzun yürüyüşün gecesinde, zindan gibi karanlık sahilde onunla sırt üstü yatıp, hayranlık içinde yıldızları izlemiş; seçtiğim bir yıldıza vize bile almadan onunla gidip gelmiştim.

 

Ama altı artık paramparçaydı, onarılamazdı ve bu vefakar dostuma bir jübile yapmalıydım.

 

** ** **

 

Bu sabah güneş doğarken bir yandan onunla konuşuyor, bir yandan da hala orijinal olan bağlarını son defa bağlıyordum.

 

AtlamıştıkTarpan’a. Motor kaskımın içine bir ses tesisatı yapmıştım (kızdırsalardı su tesisatı bile yapardım). Hotel California’yı – “Tiffany”** ile kafayı bozmuş Mercedes hatlı hatunu, “tekrar” modunda dinleyerek iki nala gidiyorduk. Karanlık bir çöl yolunda olmasak da, rüzgar önü açık kaskımın içinden saçlarımın arasına giriyor, on dakikada İncek Yolu’ndaki Ankara Koleji’nin yeni yerleşkesine geliyorduk.

 

Ve son kez dikenlerin arasından yürüyorduk aşağılara; gizli kalmış, yemyeşil, mangalla tanışmamış bir dünyaya varmaya.

 

Yeşillerin tam ortasında oraya nasıl gelmiş bilinmez, içinde otlar bitmiş bir hurda askeri aracın yanından geçiyor, yolda karşımıza çıkan kaplumbağalarla arkadaşlık ediyor, yere düşmüş bir de kuş yuvası buluyorduk. Biz yürürken kelebekler, kanatlı böcekler de sanki bizimle geliyor, Ankara’nın “bakkala bir gidip geliverme zamanı” uzaklığındaki gizli patikada Konya Yolu’na doğru ilerliyorduk. Derken kuş seslerine klakson sesleri karışmaya başlıyor, Konya Yolu’na geliyorduk.

 

Aynı ince yoldan, ağaçların arasından geri tırmanıp Kolej’e vardığımızda, son defa nefes nefese sırt üstü yere yatıyor, son defa birlikte masmaviye bakıyorduk.

 

Şehre dönüş yolunda aniden Tarpan’ın dizginlerine asılıyor, patikamıza geri dönüyorduk:

çünkü kuş yuvamızı masmaviye baktığımız yerde unutmuştuk.

 

Ve “son yürüyüş”ümüz bitiyordu ;

 

emektar dostum son kez çıkartılıyor,

 

“Küçük Mutluluklar” şiirinde bahsi geçen paramparça yeşil tişötümün yanına

 - içinde bin bir dikeni - hatta minicik midye kabuklarıyla – konuyor,

 

ağzıyla kimbilir hangi kuşları tutacak ama hiçbir zaman Sarı Volkswagen’im gibi, Yeşil Tişört’üm gibi, Adidas Ayakkabılar'ım gibi olamayacak gıcır gıcır bir trekking ayakkabısı bana bakıyordu...

 

düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com   14/Ağustos/2005

 

 

(**Tiffany; Hotel California’daki Tiffany,

yani Audrey Hepburn’un “Tiffany’de Kahvaltı” filminin en başında

- sabahın köründe taksiden inip önünde kesekadığından çıkarttıklarıyla

 vitrinine baka baka kahvaltı ettiği Tiffany:

New York’ta “bir acayip” mücevher dükkanı)

 

 

 

 

("Küçük Mutluluklar" şiirinin "Yeşil Tişört"üyle,

emekli sandığının üzerinde)

 

(altı sapasağlamken; su geçirmez - üç bin metrenin rüzgarlarını geçirirken)

 

 

PANO'YA DÖNÜŞ

 

düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com