KAHVALTI
Tiffany’de Kahvaltı
New York, 1961; sabahın ilk ışıkları.
Bomboş caddelerde sarı bir taksi ilerler. Taksi, 5. ve 57. Cadde’lerin kesiştiği köşede durur ve içinden gece mesaisinden dönen eskort kız Holly Golightly (Audrey Hepburn) iner.
Ünlü mücevher mağazası Tiffany & Co.’nun vitrinine bakar. Siyah gözlükleri ve uzun eldivenleriyle, Tiffany Mavisi kutulara konmayı bekleyen mücevherlere baka baka, kesekağıdındaki sandviçi yiyerek, elindeki kağıt bardaktan kahvesini içerek kahvaltısını yapmaya başlar.
Zengin bir koca aşkıyla yanıp tutuşan Holly Golightly için ne kadar muhteşemdir elmas kristallerinin ışıltısında kahvaltı yapmak.
** ** **
Truman Capote’nin romanından uyarlanan bu filmden sonra İsviçreli ünlü saat markası Longines, bir başka milenyumda da devam edecek şekilde Audrey Hepburn’un, Tiffany’de Kahvaltı filmindeki görüntüsünü kullanır.
O başka milenyumda, Ankaralı ünsüz bir düş hekimi de taksitle satış yapan saatçi dükkanlarının vitrinlerini süsleyen Audrey Hepburn’a baka baka kesekağıdındaki sandviçi yiyerek, elindeki kağıt bardaktan kahvesini içerek kahvaltısını yapar.
Ama “başka türlü bir şey”ken istekler, başka türlü bir şeyin ışıltısında kahvaltı yapmaya karar verilir: “ne kadar muhteşem olacaktır Tuz Gölü’ne gidip, paha biçilmez tuz kristallerinin ışıltısında kahvaltıyı yapmak. Tiffany Mavisi çöp poşetlerine tuz koyup, Ankara yollarına koyulmak?”
** ** **
Tuz Gölü’nde Kahvaltı
Ankara, 2007; sabahın ilk ışıkları.
Şereflikoçhisar yollarında kaskının içine uydurduğu hoparlörden sürekli: Deep Blue Something’in “Breakfast At Tiffany’s”ini, sürekli: ... seni görüyorum, beni bir tek bileni ve şimdi gözlerinin içimden geçtiğini
sanırım hatalıydım ya şimdi?
ayrıldığımız çok açık nefret ederim bir şeyler sonlandığında yapılmamış pek çok şey kaldığında …
sözlerini dinleyen bir motosikletli gider.
Kendini Supertramp’ınki gibi Amerika’da değil Türkiye’de kahvaltı; “Çölde” değil, “Gölde Çay” beklemektedir.
Kıymeti “hiç” bilinmemiş, yakında mundar olacak, Dünya harikası, hatta ürkütücü yüzeyiyle Mars harikası Tuz Gölü’ne, yani Ankara’nın iki adım ötesine gelinmiştir.
Lüksemburg'dan da büyük bembeyaz bir denizin üzerinde bir mucize gibi yürünmektedir.
Güneşin sofrasında gözler kamaşırken, ışıltıların üzerine bir gazete serilecek, beyaz peynir, siyah zeytin, çıtır çıtır ekmek, vefakar termostaki çay ile hiçbir “beş yaldızlı” otelin “Pazar Brunchı”nda tadılamayacak kahvaltı başlayacaktır.
Tuz Gölü’ne, gölünden alınıp bağıra çağıra büyük şehre götürülmüş, allanmış, pullanmış, iki kere rafine edilip bir de iyotlanmış “şehir tuzu” da götürülmüştür.
Cam tuzluğa hapsedilmiş şehir tuzu: “Vatanım” derken,
gerçek tuz, gölünden parmakla alınıp yumurtanın üzerine sürülmekte, bu arada tuzun üzerine yumurta dökülmektedir.
Doğal bir yaşam aşkıyla yanıp tutuşan düş hekimi için ne kadar muhteşemdir tuz kristallerinin ışıltısında kahvaltı yapmak.
** ** **
Derken bu kahvaltının, Tuzda Dans’ın sonu gelecektir; şehirde iş - güç beklemektedir.
Böyle bir kahvaltıdan sonra, o gün iş hayatındaki tüm zorlukların altından kolaylıkla kalkılacaktır.
Emek yine kazanacak, biraz daha erken kalkıp, biraz daha koşturarak, hiç hatırlanmayacak bir sabaha güzellik kazınacak;
Tiffany’de değil, ama Tuz Gölü’nde kahvaltı tuzluya patlamayıp, unutulmayacaktır...
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
Mars (ya da Şereflikoçhisar) - 9 Temmuz 2007
(ve eski, ama benim için hep yeni bir sunum: FRAGMAN http://www.ergir.com/fragman.htm )
|