fon müziği: Humming Chorus (André Rieu) Giacomo Puccini’nin, Madam Butterfly’ından: (müziğin dinlenebilmesi için ActiveX denetimlerinin çalışmasına izin vermeniz gerekebilir)
KELEBEK HANIM
Sıradan bir gündü; posta kutuma gelmiş mesajlar, “kendine çok iyi bak”lar, “çok öptüm”ler, gazetedeki haberler, hep sıradandı.
Hastalarım öğleden sonraydı ve çekmecemdeki pensleri yağlamak için yeterli zamanım vardı. Teker teker yerlerinden çıkartırken bir yandan onlarla konuşuyor, bir yandan da Carmen Miranda’yı - o sahnede kalp krizi geçirdiği halde şovunu bitiren 1940’ların unutulmaz şarkıcısını – dinliyordum.
Bu kadar rafine insanlar, sanatçılar, nice bilim adamları, gerçek sporcular, nasıl da yaşlanmışlar, nasıl da göz açıp kapayıncaya, bir nefes alıp verinceye kadar gelip geçmişlerdi dünyadan. Peki; kimler için bestelenmişti o asla para için yapılamayacak şarkılar, yazılamayacak yazılar, yaşanamayacak aşklar?
Ne kadar çaresizdim; gözümü açmış, yummak üzereyken, bir nefes almış, vermek üzereyken.
Ne yapabilirdim; bu akşam eve gitmeyip burada kalsam, gözlerimi tavana diksem, SONSUZ GENÇLİĞİN ve SONSUZ AŞKIN sırrını bulabilir miydim?
Ne dersin yan keskim; bulabilirsem önce yaşlılardan başlayıp, herkese, ama herkese anlatabilir miyim?
** ** **
PUANTİYE
Tam düşümü pensime anlatırken çekmecede bir sıçrama oldu; çekmecenin dibinde bir uğur böceği duruyordu.
Olamazdı; bu bir rezaletti, hijyenimi mahvetmişti. Asistanım Eda onu nasıl görmemişti? Öfkeyle alıp parmağımın üstüne koydum onu; gözleri bembeyaz olmuş, bana korkuyla bakıyordu.
- Eveeet Puantiye; nereden ve nasıl gelebildin bu çekmeceye?
- Bağışla beni; Eymir Gölü’ne inen tepede, tam benim çalımın dibinde yere yatarken görmüştüm seni. Dalmış, uzuuun, uzun beyaz bulutlara bakarken çok merak etmiştim nereden geldiğini. Atlayıp sırt çantanın içine, buraya gelmiştim seninle.
Günlerdir merakla izleyip, dinliyordum seni, çok güven verdin bana; bağışlarsan beni, götürürsen çalılarıma geri, çok büyük bir sır veririm sana.
- Neymiş o sır?
- Kelebek Hanım.
- Kelebek Hanım?
- Evet; Kelebek Hanım. SONSUZ GENÇLİĞİN ve SONSUZ AŞKIN sırrını bilen, hiç insan yüzü görmemiş, hiçbir insanın görmediği ve bugün aramızdan ayrılıp, sonsuz yaşamına başka diyarda devam edecek Kelebek Hanım.
Seni Kelebek Hanım’a kadar götüremem; bu yasak bana da; ama yaşadığı söylenen bölgeyi gösterip ayrılırım, şu daralmış zamanda.
Gerisi sana kalmakta; insan yüzünü gizlemelisin yolunda, sadece gözlerin kalabilir açıkta. Yeterince temizse kalbin, zaten gösterir kendisini o aynada, ancak o zaman yoldakilerden yanıt alabilirsin sorularına. Yine o gözlerle gizleyemezsin, kalbinde nefret varsa ve bir daha da asla dönemezsin buralara.
- Eda; kaçta hastamız?
- 2’de.
- Ben 2’ye kadar döneceğim… (sevgili Eda, sana şimdi anlatamam ama belki de hiç dönemeyeceğim bir daha; dönemesem bile, yine bir arada olacağız bir başka göz açışta, bir başka nefes alışta?)
** ** **
EYMİR
Sırt çantamın cebinde Puantiye, uçarak Eymir Gölü’nün sırtlarına gidiyoruz. Orada motoru bir bankın yanına bırakıyor, ağaçların arasından göle doğru iniyoruz.
- Dur, geldik benim çalılarıma; bırak beni burada. Sen de şu eğri ağacın mutlaka solundan geçerek ve arkana hiç dönmeyerek in aşağıya. Karşına korkunç yüzlü diken kafalar çıkacak; sakın korktuğunu belli etme onlara.
SONSUZ GENÇLİĞİN ve SONSUZ AŞKIN sırrını paylaşma ve Kelebek Hanım’a ulaşma arzundan bahset onlara. Aşk yolunda ölmenin, nefret içinde yaşamaktan daha güzel olduğunu anlatırken sakın korkma; parola sadece gözlerinde olacak unutma.
- Olsun, aşk yolunda ölmek, nefret içinde dönmekten iyidir.
- Yolun açık olsun; yavaş yavaş acele et sevgiyle…
** ** **
DİKEN KAFALAR
Yüzümü gizlemiş, sadece gözlerimi, yani kalbimi açıkta bırakmıştım.
Eğri ağaca varmıştım. Ağacın sağ tarafında son derece düzgün bir patika, sol tarafında ise daha önce hiç kimseciklerin geçmediği, geçemediği belli olan dikenli çalılar vardı. “Mutlaka solundan geç” geç demişti Puantiye; öyle yaptım – çalılara daldığımda bütün nefsimle acıyı tatmıştım.
Sadece bir adım atmıştım, ama cep telefonuma baktığımda artık şebeke dışıydım; sanki havadaki oksijen bile farklıyken, serin gündoğusu rüzgarını ardıma katmıştım.
Birden karşıma onlar çıkmıştı: “Diken Kafalar”.
Ödüm patlayabilirdi ama Puantiye’nin sözlerini, parolanın gözlerimde olduğunu unutmamıştım.
- Nereye gidiyorsun?
- Kelebek Hanım’a; yardım edebilir misiniz bana?
- Yardım istiyorsun ha? Yardım mutlaka gelir, sevgi dolu kalbinle: “nasıl olsa etmezler” demeyince. Ve bunu bilsen de, fark etmesen de, ilaca dönüşür en zehirli diken - öğrendiğini öğretmek isteyince.
Buradan öteye dizlerinin üzerinde sürünerek geçeceksin. Asla kibirlenmeyecek, ağır ağır, hep yerdekilere bakarak ilerleyeceksin. Sana Kelebek Hanım’a giden yolu tarif edecek Buruşuk Bilge’yi de ancak bu şekilde görebileceksin.
Yerdekilerle konuşurken de sadece gözlerini, sadece kalbindeki sevgiyi göstereceksin - yerdekileri dinlerken de sadece gözlerini, sadece kalplerindeki sevgiyi göreceksin.
Sorulan soruya yalan söylersen, bir daha hiç yalan söyleyemeyecek – zaten söyleyebilecek bir yalan da düşünemeyeceksin.
- Tamam güzel kalpli Diken Kafalar, teşekkürler anlattıklarınıza; varabilirsem Kelebek Hanım’a ve dönebilirsem buralara, öğrendiklerimi sizlere de anlatacağım mutlaka.
- Yolun açık olsun; yavaş yavaş acele et sevgiyle…
** ** **
BURUŞUK BİLGE
Geçen hafta tenis maçında dizimi sakatlamamış mıydım? Garip; neden hiç ağrı duymuyordum dizlerimin üzerinde ilerlerken, gözlerden ve gönüllerden uzak yerin yüzünü izlerken?
Birden karşıma kapkara bir delik çıkmıştı, kara bir aynada, ardımdaki kara ağaçları görebiliyordum.
Çatlamış bir ses: - Sen kimsin?
- Ben Düş Hekimi’yim. Kelebek Hanım’a, SONSUZ GENÇLİĞİN ve SONSUZ AŞKIN bir günlük, bir ömürlük sırrına yolculuğum. Ne kadar özgürsünüz sırtınızdaki eğri de olsa kendi evinizle. Siz de gelmek ister misiniz benimle? Dönebilirsem sizi de sırtımda getiririm geriye.
- Aferin; acıyarak bakar, bir evden ötekine hızla gidenler bize. Ama bilemezler nasıl özgür olunduğunu kendi kendine yetince, nasıl detaylar görüldüğünü, yavaş yavaş acele edilince.
Bilmezler başka birisine benzemeye çalışanlar, ruhların kendi bedenleriyle doğduğunu ve bir tek onun göz açışıyla, onun nefes alışıyla güzel olduğunu.
Ben gelmeyeceğim, ama sana Kelebek Hanım’a giden yolu göstereceğim. Dönebilirsen beni burada bulamayacaksın, bulursan da o artık ben olmayacağım, zaten gelebilen de sen olmayacaksın. Her şey ‘yaşandığı an’a özeldir. Bir göz açış, bir nefes alış gibi, “bir an bile olsa yaşam” o an yaşanırken güzeldir.
Hadi şimdi şu sivri otlar kalbinin üstüne sürtüp kanatırken düş düşyolu’na, Kelebek Hanım’a. Kalbinden damlamış o damlalar yol gösterecek, ardından sevgiyi arayacaklara.
Kaplumbağa kanından daha sıcak bir öpücük konduruyorum güzelim buruşuk yanaklarına…
** ** **
KIRMIZI BACAK
Sivri otlar kalbimi kanatırken rastlıyorum ona. Hiçbir ifade yok suratında. Sanki sonsuzdan gelip, sonsuza giden bir an var karşımda, kara noktalar, kırmızı bacaklarıyla.
- Nerden geliyorsun?
- Sonludan gelip, sonluya gidiyorum; Kelebek Hanım’a, SONSUZ GENÇLİĞİN ve SONSUZ AŞKIN sırrını bulmaya.
- Bulup da ne yapacaksın sonra?
- Anlatacağım, tüm sevip ayrılmışlara; bir an aşkı tatmadan yolcu olanlara.
- Kendin için değil yani.
- Elbette; neye yarar sonsuz gençliğin, sevdiklerin yaşlanmışken; tarifsiz sevgin, o sana aşık değilken?
- Dinle o zaman; insanlar öldükleri ana kadar yaşarlar ve yaşayacaklarından hep daha genç olurlar.
Ölüm yaşam boyu hiçbir zaman geçmişte kalmaz; bu yüzden hiç kimse ölümünü hatırlamaz ve anlatamaz.
Aşkta yanlış olsa da, yanlış aşk yoktur; ayrılıkla yaşam belki artık onsuzdur, ama bütün aşklar sonsuzdur.
Bir aynaya doğru yürür gibi git şimdi yoluna ve kendini pembe bir çiçek olarak gör orada.
Acıtsa bile sev özünü emen zar kanatlı arıları ve unutma, emilecek bir özü olmayan çiçeğin, söyleyecek bir sözünün de olmayacağını.
Hadi şimdi yolun açık olsun; yavaş yavaş acele et sevgiyle…
** ** **
ZAR KANAT
Bir aynaya doğru yürüyen pembe bir çiçekken konuyor kalbime ve özümü emiyor sessizce, kulağı söyleyeceğim sözlerde.
- Zar Kanat; çoğalıyor özüm, sen alıp, bal yaptıkça. Varlığım artıyor seninle paylaştıkça. Kendimi Kelebek Hanım’a yakın, SONSUZ GENÇLİĞİN ve SONSUZ AŞKIN sırrına yakın hissediyorum bu soluk alışımda.
- Hiç uzağında olmadın ki bu sırrın; o hep seni gördü, sen hep bambaşka şeyler sanırken aradığın.
Seni özümsedim; yolun buraya kadar değil biliyorum; seni Koca Göz’e gönderiyorum.
O görür kendisine bakanı; belki görmüştür bu büyük sırrı taşıyan kanatları, belki biliyordur onu oluşturan küçücük detayları – çünkü o hep sorgulayarak kovaladı gözümüzden kaçanları.
Koca Göz’e gitmek için bir polene bineceksin. Göremediğin, sadece kokusunu duyduğun bir çiçek nehrinde gideceksin. Belli ki nefret uğramamış kalbine, bu yüzden sakın korkuna yenilme. Koca Göz çok uzaklardan görecek sevgini, aşkı arayan gözlerinde.
Selam söyle insan Koca Göz’e, o hep gözleyip öğrenmişe; yolun açık olsun, yavaş yavaş acele et sevgiyle…
** ** **
KOCA GÖZ
Nereden biliyorum daha önce hiç görmediğim bu ırmağı, pek çok insan bilmezken içinde her gün sürüklendiği akıntıyı, ördekler bile direnirken, içinde kaybolup gittiği ödlek girdabı?
- Hoş geldin insan; insafa hoş geldin!...
- …
- Hep seni bekledim, o yüzden hemen gitmelisin; öğrenebilirken öğrenmeli, dönebilirken dönmelisin, dönemesen bile o yolda ölmelisin.
Sonsuz bir göle giderken, bir şelaleden düşeceksin; tam düşerken karşında bir dala tutunmuş Zıpzıp’ı göreceksin. Sakın aldanma ona, o buralara ait değil; yardım edecekmiş gibi yapacak sana. Sen kendi işine bakacak; ümitsizliğe düşmezsen, kurtarılmayı beklemezsen, kendi çabanla, kendi bedeninde, kendi gölgenle düze çıkacaksın sonunda.
- …
** ** **
ZIPZIP
Şelale göremiyorum ama yalan söylemiyordu koca gözleriyle, çünkü sevgiyi görmüştüm kocamaz kalbinde; hazırdım düşmeye kocaman bedenimle.
Ve bir yağmur tanesi gibi düşüyordum; bin bir gözyaşıyla birlikte.
- Elini bana ver, ruhunla birlikte…
Zıpzıp;
düşmemi fırsat bilmiş, ruhumu istiyordu acele. Kurtuluş olabilir miydi, yaşayacaksan kötülüğün emrinde?
Bütün düşen damlalar birleştik birdenbire, bir çarşaf gibi açıldık gökyüzünde ve ıslak bir tüy gibi indik yeryüzüne.
** ** **
KARAMELA
Ve o bilirken, ben gördüm onu; Karamela karşımda duruyordu.
Hissettiriyordu; bu kanatlar Kelebek Hanım’a giden durakların sonuncusuydu.
- Hoş geldin, iyi ki üşenmedin, iyi ki bugün geldin.
Yarın, yaşamın aslında bugün olduğunu bilemezdin; sonsuz aşk ile sonsuz nefretin, bir dairenin birbirine en yakın, ya da en uzak iki ucu olabileceğini öğrenemezdin.
Hadi şimdi eğri patikanda dosdoğru git, bugüne kadar hiçbir insanın görmediği, bugüne kadar hiçbir insan görmemiş Kelebek Hanımı göreceksin.
Büyüleneceksin; bir anda büyüyeceksin.
Onu dinleyeceksin; bir anda gün bitecek, hemen geri döneceksin.
.
.
- Karamela? Karamela ner’desin??
** ** **
KELEBEK HANIM
Eğri patikamda yavaş yavaş koşuyorum. Gün dolup, dün olmadan Kelebek Hanım’a varmak istiyorum.
Karanlık bir ışıkta sanki beyaz bulutların değil, kara toprağın altından geçiyorum.
.
.
Mutlak sessizlikte yapayalnızı görüyorum; bütün ihtişamıyla kurulmuş, sırlarıyla bir fay tabakasına oturmuş, bir ömürdür beni beklerken buluyorum.
- Kelebek Hanım; ben geldim.
SONSUZ GENÇLİĞİN ve SONSUZ AŞKIN sırrını öğrenmek, öğrendiklerimi öğretmek için kendim gibi geldim. Bu büyük sır nedir?
- Bu büyük sır; benim anlatacaklarım değildir.
Bu büyük sır: SONSUZ GENÇLİĞİN ve SONSUZ AŞKIN sırrını öğrenmek için çıktığın yolda, sana tüm anlatılanlar, senin öğrenebildiklerindir.
Bu büyük sır, yolun sonunda varılan bir nokta değil, yolun ta kendisidir
Sevgi’li Yürek, sana her şey anlatılır; ama yaşamın anlatılanlar kadar değil, anladıkların, anlamak istediklerin kadardır.
** ** **
GÜNE KAÇIŞ
Onu ömrünün ilk ve son günbatımıyla baş başa bırakıyorum.
Yaralı göğsümde serin gündoğusu, rüzgara karşı koşuyorum, önce Puantiye’yi bıraktığım çalılara, oradan da motoruma varmak istiyorum.
Yolda artık ne Karamel’e, ne Zıpzıp’a, ne Koca Göz’e, ne Zar Kanat’a, ne Kırmızı Bacak’a, ne Buruşuk Bilge’ye, ne de Puantiye’ye rastlıyorum; sırtımdan zaman akarken, hep yukarıya çıkıyorum.
Ve bankın yanında endişeyle bekleyen motoruma varıyorum.
Herkesin kışı, baharı farklıdır; herkesin sabahı, akşamı da ayrıdır.
Bu yüzden “gel; oturup dinlen” derken bir zıpzıp bank, kendi öğleden sonramda atlayıp motoruma kanatlanıyor, gün batımındaki insanlara bir an önce Kelebek Hanım’ı, ona giden yolu ve yolda öğrendiklerimi anlatmak üzere kanat çırpıyorum…
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
eylül/2009 |
|