BİR KONUŞMA VARMIŞ,    

 

           BİR KONUŞMA YOKMUŞ.

 

 

 

 

 

İstanbul 6. Ulusal Eczacılık Fuarı’na konuşmacı olarak davetliydim. Havaalanı kapısından çıktığımda önünde adımın yazdığı minibüsü görünce işin ciddiyetini anlamış, paniğe kapılmış, utana sıkıla minibüse oturup, şoförle koyu bir sohbete başlamıştım. Öyle güzeldi ki sohbetimiz, dönüş günü tekrar havaalanına bıraktığında, iki eski arkadaş gibi kucaklaşarak vedalaşacaktım.

 

Otelde konuşma saatine kadar dersime çalışacağıma, dayanamayıp neredeyse 90 derece yatan motorları seyretmeye dalmış; sonra da koşa koşa konuşma yapacağım Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'na son anda varmıştım.

 

** ** **

“Konuşmam” bittiğinde yakam da, paçam da, kürsü de darmadağındı. Her şeyi çantama tıkarken yanıma gelenlerle konuşuyordum. Yeni mezun pırıl pırıl iki diş hekimi hanım gelmişti; “kendilerine önerilerde bulunmamı” istiyorlardı. Ben de onlara “bir gün bile İstanbul’da durmamalarını, şirin bir sahil ilçesine gidip iyi - kötü bir muayenehane açmalarını, çok para kazanamasalar bile sevdikleriyle, sevildikleriyle bir arada, keşmekeşten uzak bir yaşam kurmalarını” önerdim. Keşke ben de yeni mezun olmuş olsaydım; geceleri yattığımda, gideceğim sahil kasabasında alacağım ultra lüks teknenin değil, küçük mavi boyalı, adı da “Sevdalı” olacak kayığın düşlerini kursaydım.

 

Fotoğraf makinem bir kelebeğe gönlünü kaptırmış, beni terk etmişti. Ben konuşurken birileri fotoğraf çekmişti ama kim bilir o fotoğraflar şimdi nerelerdeydi?

 

** ** **

 

“Konuşmamam” başlamıştı. Önce otele gidip sokak kedisi kılığıma bürünmüş, sırtımdaki çantayla İstanbul’un sokaklarına dalmıştım. Ne kadar kalabalıktı İstanbul; İstanbul'da ne kadar yalnızdım.

 

Ne kadar alemdi Beyoğlu; Ağa Camii’nin dibindeki “İmam Adnan Sokağı”ndaki barlarda, Nevizade Sokağı'ndaki kapışılmış masalarda “aslında ne olmalı”ların, “aslında ne olmamalı”ların, "önce dünyayı kurtarıp, sonra evin yolunu bulamayacaklar"ın ağır bir akşamı daha başlıyordu.

 

Bir han girişinde durdum. Önümden bir nehrin akıntısına kapılmış gibi geçip giden insanlara bakıyor, makinem olmadığı için gözlerimle fokus yapıyor; varlığın, darlığın, mutluluğun, ihanetin, intiharın, ya da tramvayın eşiğindekilerin fotoğraflarını çekiyordum. Han kapısından bakarken, Bob Dylan’ın bir albüm kapağını andırıyordum.

 

Ben “Katil Doğanlar” filminin düş hekimi versiyonu “Yalnız Doğanlar”ın başrol oyuncusu değil miydim? Bir Caretta caretta gibi deniz kenarına gitmeli, Forrest Gump gibi bir banka oturup sonbaharı beklemeliydim.

 

Ve Ortaköy’e gelmiştim. Cebimde 250 telefon hafızalı bir “Plus” sim kart; içinde yarısı İstanbul’a ait numaralarıyla bankıma oturmuştum. Lamı cimi yoktu oğlum; işte yine kırmış, yine dökmüş, yine yalnız kalmıştım.

 

Ortaköy Rıhtımı’nda, banklarda sarmaş dolaş oturanlar arasında fazlalıktım;

buradan uzaklaşmalı, Salah Birsel’in şıngır mıngır Boğaziçi’nde bir “Yalnızlar Rıhtımı”na varmalıydım.

 

Akşamın karanlığında kulağımda Yeni Türkü’nün ezberlediğim, ama her dinleyişimde “başka türlü bir şey” diyen şarkıları; "Bir Çapkın Dilenci"nin, "İpek'in Şarkısı"nın, "Eski Aşklar"ın olmazsa olmaz Cengiz Onural’ı - sahil boyunca yürüyor, yürüyor, yürüyordum.

 

Dolmabahçe’de durmuştum. Bir zamanlar Mohini’nin indiği, bir fil için törenler düzenlenmiş limandaydım. Ne Mohini kalmıştı, ne o insanlar, ne o heyecanlar. Plastip, plastik, tek kullanımlık bir dünyada, tak takıştır - kopyala yapıştır bir yaşamın unutulmuş bir patikasında yürüyor,

karşıma her an Erol Taş’ların, Ayhan Işık'ların, ya da Sadri Alışık'ların çıkmasını bekliyordum.

 

Yazık olmuştu "Ah; güzel İstanbul"a,

yazık olurken "Ankara, Ankara; güzel Ankara"ya.

 

Kabataş Rıhtımı yanındaki benzinciden bir bira aldım; karanlık sahilde ayaklarımı denize sallayıp yudumlamaya başladım. Aynı sahildeki Ortaköy’de iğne atsan yere düşmezken, kıtanın nedense bomboş olan bu kenarında bir başımaydım.

 

Kabataş’taki kaba taşa oturmuş bira içerken, ilk kitabımdaki “Ekrem Öldü” yazısından:

“Ekrem, Kız Kulesi’nin üzerindeki taşlarda çok bira içti, çok ağladı…” satırı gelmişti aklıma. Ne kadar isterdim oracıkta o şişeyi paylaşmayı, sonra gidip bir şişe daha almayı, sırt üstü yatıp yıldızlara bakarken Mine’ye sarılmayı.

 

Kararlıydım, gıyabiyi vicahiye çevirecek, yalnızlığı tutuklayacaktım. Ertesi gün 23 Nisan’dı; kendi meclisimi açacak, kendi kanunlarımı çıkaracak, yabancılara kalbimden toprak satmayacak, daha önce sudan ucuza gitmişleri kamulaştırıp, işgalcileri kovalayacaktım.

 

Bir süre sonra yalnız değildim artık. Bir “kayıp”, bir “kendisinden haber alınamayan” yanıma gelmişti; tinerini koklaya koklaya başıma dikilmişti. Beni denize itse; değil ondan başka kimse, ertesi gün kendisi bile bilemezdi.

 

Darmadağın:

- Bi cigara ver!...  dedi.

 

Ben de darmadağın:

- Benim başım daha iyi; sen bi cigara ver!...   dedim.

 

Bıçaklamadı;

içindeki kara boyaya tiner döke döke karanlığa karıştı.

 

Ama artık tırsmıştım;

felsefe yapayım derken canımdan olacaktım.

 

Kalktım;

“hoşça kal kardeşim deniz” dedim, biraz daha umutluydum.

 

Hey gidi Barış Manço ağabey; ben de “hava ayaz mı ayaz - forma siyah, şort beyaz”ken ellerim ceplerimde, bir Yeni Türkü tutturmuştum.

 

İstanbul’da değil, yüreğimde taş taş üstünde kalmaz,

çalacak bir kapım olmazken, Kabataş’tan Taşkışla’ya,

sonsuz yalnızlığımda yürüyordum…

 

düş hekimi yalçın ergir   http://www.ergir.com

(fonda çalan parça: İpek'in Yolculuğu - Yeni Türkü / Süper Baba)

 

(Aslında İzmirli olup, İstanbul'da bu kadar büyük bir organizasyonu mükemmel gerçekleştiren DevAjans'a teşekkürlerim - şoför kardeşim Şenol Karaca'ya sevgilerimle)

 

(1. kitaptan: "Ekrem Öldü" )