Motorlu Misafir
(bir Pazar masalı)
Alex isimli bir İngiliz çocuk hastam vardı. Daracıktı suratı. Çene yapısına dişlerin düzgün sığması - sıralanması imkansızdı ve dört küçük azı dişinin çekilip, gelecek köpek dişlerine yer açılması gerekiyordu.
Ancak bir sorun vardı, ailece İngiltere’ye dönmeleri gerekiyordu.
Daha sonra annesi yazmıştı; orada küçük azı dişlerini çekmemişlerdi;
bir Türk hekim ne kadar bilebilecekti de bu kararı verebilecekti?
Köpek dişlerinin yersizlikten vampir gibi çıkmasını beklemişler, neden sonra birinci küçük azı dişlerini çekip, bir zamanlar yerleri açılsa orijinal yerlerinde çıkabilecek dişleri ağır bir ortodontik tedaviyle yerlerine sürüklemişlerdi.
Anne durumun farkındaydı ama yapabileceği – yaptırabileceği bir şey yoktu – çünkü çocukları soğukkanlı İngiliz hekimlerine emanet olmuştu.
** ** **
Bugün yollardaydım, Şabanözü yerinde duruyor mu diye bakmaya gitmiş, virajlarda iki yüz elli kiloluk bir atın yatma limitlerini zorluyordum.
Ne kadar çok selam almış, ne kadar çok selam vermiştim o güzelim, yanından çay akan yolda; buralarda sanki herkesi kırk yıldır tanıyordum.
İki gece önce de bir yemekteydim; Amerika’da okuyan bir Türk kızından, oralarda güvenlik nedeniyle nasıl sokağa çıkamadığını dinliyordum.
Hava kararırken Çubuk’a varıyordum. Bir mütevazı lokantada, şöyle ekmeğin kıtır tarafını banarak bir mercimek çorbası içmek nasıl muhteşem olur diye düşünüyor – yürüyüş hızında ilçe merkezinde turluyordum.
Derken daracık bir sokakta Çorbacı Hamza’yı buluyor, atım Tarpan’ı önüne bağlıyordum.
Sobanın yanında oturup:
- Usta bir mercimek… dediğim anda, Avrupa şatolarında bulamayacağım lezzetteki sıcacık çorbayı önümde buluyor, buğulu camın önünde döke saça yemeye başlıyordum.
Tabii ki çok geçmeden Aşçı Cevdet’le sohbete koyuluyor, garson Bekir ve oğlu Yasin’le dünyayı kurtarıyordum.
Çayın biri gider, ötekisi gelirken konu konuyu açıyor, Cevdet’in okuyup hemşire olacak kızının köpek dişlerinin vampir gibi çıktığını öğreniyordum.
“Şimdi okul, babanın işi, yol parası; nasıl gelecek de, nasıl muayene olacak” diyor; iki liralık hesabımı ödeyip motorun arkasına Cevdet’i oturtuyor, karanlık Çubuk sokaklarında Cevdet’in evine, Ayşegül’ü muayeneye gidiyorduk.
Ben dışarıda oyalanıp, Cevdet’in eve önceden haber vermesini bekliyordum.
Az sonra hiçbir kaloriferin bu kadar ısıtamayacağı, ev desem eksik kalacak bir yuvada sobanın yanında oturuyordum. Kim bilir o gece hangisinin yatacağı divanın üzerinde, cebimdeki fenerle Ayşegül’ün, Yasemin’in, Emine’nin, Kadir’in dişlerini muayene ediyordum.
Çaylarını içer, hayat hikayelerini kelime kaçırmadan dinler, yemeklerini paylaşma teklifini kabul edemezken, kendimi siyah beyaz bir Türk filminin karelerinde,
ya da çocukken okuduğum;
- bir kış gecesi, küçük bir kulübeye konuk gelip, ateşlerinde ısınarak donmaktan kurtulan ayı -
yani “Uğurlu Misafir” masalının içinde hissediyordum.
Artık ayrılma zamanı geliyordu;
küçük Kadir, motorlu misafirin arkasına oturuyor, onu sımsıkı tutarak, karanlık sokaklarda minik bir tur atıyordu.
Buz gibi havada, sis bastırmış dönüş yolundaydım.
İçim hala sıcak, çocuklara faydam dokunacağının sevinci,
bu ülke insanının petrol ya da altın olmasa da, ne kadar gönül zengini olduğunu,
bu insanları, bu gelenekleri
kırk dakika ya da kırk yıldır değil,
asırlardır tanıdığımı düşünüyor;
sevginin henüz A.B. standartlarına uyumlanmayışının tadını çıkarıyordum.
Dudaklarımda bir Anadolu ezgisi,
tüm hipermetrop gözlerin, diplerini görebilmesi için dua ediyordum…
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com