bu yazının birinci bölümü:

http://www.ergir.com/persembe_pazari.htm

adresindedir.

 

PERŞEMBE PAZARI - 2

 

 

ÇARŞI

 

 

- Buralarda bir Çorbacı Hamza vardı??

 

- Kapandı…

 

- Peki; Cevdet isimli bir aşçısı vardı, o n’ooldu?

 

- Gitti…

 

Cımbızımı bıraktım; belli ki başka kelime alamayacaktım, Kalender’le yan sokağa saptım.

 

** ** **

Meğer pankreasım gibiymiş fotoğraf makinem. Sağlamken hiç önemini anlamazken, arızasında perişan olmuştum. Zincir en zayıf halkası kadar sağlamdı ve bozulunca gözümün gördüğü sıcak detaylar için Abdurrahman Çelebi marka cep telefonumun son derece yetersiz objektifinin insafına kalmıştım. Halbuki “Basit Yaşamak” şiirinde: “Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın...” diye ahkam kesen de bendim.

 

“Ekrem Öldü”deki gibi ayar gerektirmeyen makinemle fotoğraf çeke çeke, keyifli bir lokomotifin düdük çalışı gibi boş yerlerde bisikletimin çıngırağını çala çala Çubuk’a varmış ve çarşıdaki daracık sokakta koca lokantayı bulamamıştım; acaba sokağı mı şaşırmıştım?

 

Yan sokakta "Öz 49 Pide Kebap Salonu"ndaydım; bizim Bülten Sokak'taki "Pide Kebap 49 Salonu"ndan küçük, adeta "öz"üydü. Bir "serbest doku grefti" ameliyatı yapar gibi ciddi ciddi döner kesen Ramazan’a Çorbacı Hamza’yı sorunca, Hamza’nın dükkanını kapattığını öğrenecektim. Koyunpazarı'ndaki Dadaş Çaycı Hasan Tüşik de öldükten sonra bir sığınma evimi daha yitirmiştim.

 

- Peki ya, aşçı Cevdet?

 

Cevdet’in ne yaptığını bilmiyordu; kim bilir belki o da aşçılığı bırakmış, hazır gıda furyasında çubuk kraker yapıp “Çubuk Kraker” diye satıyordu.

 

Evdeki hesap çarşıya uymamıştı; arada Ramazan’a uğradığı için Cevdet'in fotoğraflarını bırakıp Son Mohikanlar gibi tezgah açmış Son Köylüler’in pazarına karışıyordum. Buraya çok artist gelinmeyecekti, kamufle olunup adam gibi dolaşılabilecekti. Öyle ciks bisiklet takımlarım olmadığı için her an tezgah açıp, elma şekeri bile satabilirdim.

 

Bu tipik Anadolu pazarında “Bir Ziraat Bankası kartı bulunmuştur, kaybedenin Zabıta Amirliği'ne gelmesi..." anonsu da çok hoşuma gitmişti. Bu duyguyu “Beyaz Balina Aydın” yazısı için Gerze’ye gittiğimde meydandaki kahvede yanmış odun kokuları arasında otururken, herkes selamlaşır, vefat edenin ismi ya da aranılan kan grubu meydanda anons edilirken de yaşamıştım.

 

Aldığım yoğurdun parasını o yoğurdu çalanın, o sütü sağanın eline veriyor; para üstü 50 kuruşu almasam da zorla arkamdan koşularak veriliyordum.

 

Ve mis gibi koyun gübresi, mis gibi taze kesilmiş çim kokuları arasında dönüş yollarında pedal basıyor, Samsun Asfaltı'ndaki otomobiller gibi yollarda olmanın ne güzel olduğunu düşünüyordum.

 

Yanıma yaklaşan traktördekilerle selamlaşıyor, tek elimle gidonu tutup, ötekiyle römorkuna tutunuyordum.

 

Şimdi çoluğa çocuğa kötü örnek olmak olmazdı, ama tekerleğin altında kalmadıkça muhteşem bir duyguydu bu.

 

Derken bir yol ayrımında traktörden ayrılırken belki de bir daha görüşmemek üzere eller sallanıyor, kornalar, çıngıraklar çalınıyordu.

 

Üç gün önce denizden gelmiştim; şimdi bozkırda pedal basıyor,

Murathan Mungan’ın dizelerini:

 

ne geçmiş tükendi, ne yarınlar

hayat yeniler bizleri

geçse de yolumuz denizlerden

bozkırlara çıkar sokaklar…

 

diye çarpıtarak Ankara’ya yaklaşıyordum...

 

düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com

26.04.2007 gece

kötü; çok kötü fotoğraflar:

 

    

 

 

 

 

 

 

    

 

 

(fonda çalan parça: Ağrı Dağı Efsanesi

Cahit Berkay / Moğollar