AKŞAM OLUR, KARANLIĞA KALIRIM. DERİN DERİN SEVDALARA DALARIM

 

“eğilmez başın gibi,

gökler bulutlu efem,

dağlar yoldaşın gibi,

sana ne mutlu efem”

 

Odam harman yerine dönmüş, Arzu Görücü odamın bulutlarında, çayırlarında

bahar güneşi gibi Efem’i söylüyor. Aynı beşinci sınıfta, Cevizli kampında bir

akşam salıncakta sallanırken, Aycan’ın söylediği gibi; neredeyse onun kadar

güzel.

 

Yalnızım; karlı bir şubat akşamı;

 

“oyna yansın cepkenin,

yansın güneşten tenin,

gün senin şenlik senin,

sana ne mutlu efem”

 

ve ben odamın çayırlarında, aynı Zorba’nın dansı gibi oynuyorum. Gün benim,

şenlik benim.

 

Ne düşünüyor acaba üst komşum, aşağıdan “sana ne mutlu efem” düeti

gelirken? Ne yaptığımı sanıyor şimdi sevgili deniz gözlü?

 

Güneş batmış, ben oynuyorum burada. Hasta bakmadan, vergi iade zarflarını

doldurmadan; tenim, cepkenim yanmış; mertlik abidesi Ödemiş’li efeler gibi

tarifsiz bir coşkuyla hem söylüyor, hem de oynuyorum. Sabah yıldızını bekliyorum.

 

Ne kadar az hatırlar olduk müzik zenginliğimizi. Ne kadar görmemezlikten

geldik ya da göremedik; o ezgilerin, halk türkülerinin sözlerindeki,

melodilerindeki inanılmaz zenginliği.

 

Nasıl oldu da üzerinde yeterince duramadık

“Onbeş yaşında bükülür beli, yardan ayrılanın” sözünün.

Nasıl oldu da düşünemedik yardan ayrılmış bele, otuzunda, kırkbeşinde

neler olabileceğini.

Odamızın çayırlarına yatmış, tavandaki bulutlara bakarken; konuşamadık

insanın neden yarinden ayrıldığını, ayrılmak zorunda kaldığını; sustuk.

 

Ya “Arda Boyları”?

“Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni

Bu genç yaşta denizlere attın ya beni.

Alıverin feracemi annecim diksin,

O gıymatlı İsmail'e kendisi gitsin.

Uyan uyan a Receb'im senin olayım,

Arda'lar aldı ya nerde bulayım”

 

derken o hançerlenmiş kalpten kopup gelen acı feryat, nasıl izleyebildik

günün son gelişmelerini, ekonomik istikrar paketini. Sırt çantamız beklerdi

çeride, dolaştırılmayı bekleyen köpek gibi; alıp da onu götürmemiz için

Arda Boyları’na.

 

Bu gece otobüs terminalinde almalıyım soluğu. Giresun’a gitmeliyim. Yeşil

finduk bahçelerine değil, son kez Feride’yi görmeye gitmeliyim.

Çünkü az önce; Giresun’un içinde, iki sokak arasında alti kurşun attılar, üçte

bıçak yarası;

vurdular beni, düştüm yere - gidemedum uzağa.

 

Yağmur oldum, bulut oldum vardım Maçka’ya.

 

Evet; Grammy ödülleri sahiplerini buldu, ama benim büyükanne ödülüm

çoktan sahibini bulmuştu. Dört kişi arasında paylaştırdım ödülü;

yayladan inmiş, dama çıkmış, yana yana ağlayan “üç kız, bir ana” arasında.

Acıdım hallerine; ben ağladım, onlar ağladı. Üniversite yıllarımdan beri hep

hazırolda bekledi gözyaşlarım; ne zaman ağlamaya başlasa karşımda

“üç kız bir ana”.

 

 

Yunus Emre’ler, Karacaoğlan’lar, Köroğlu’lar keser yolumu akşamları;

konuk ederler beni.

Bozgun öter telleri, türkü söyleriz.

 

Akşam olur karanlığa kalırım, derin derin sevdalara dalarım.

Neylerim dünya malını onlar olmadan, dostum.

Allı turnalar varır bizim ellere; türküler çağırır bizim ellerden.

“Dostum, dostum

Gelsene canım”.

 

 

Ve sabah olur; sabah olur

Dudaklarımda bir kına türküsü;

cigaram yanmaz olur.

 

Cigaramın dumanından 

gözlerim görmez olur.

 

dus hekimi yalcin ergir   http://www.ergir.com