ANKARA’DAN YALÇIN GELMİŞ

 

Ne güzel olurdu şimdi 2002 yılında falan olsaydık.

 

Hala camı ay yıldızlı trenler olsaydı ve ben gecenin bir vakti, kocaman saatli bir garda, İstanbul’a giden bir trene binebilseydim.

 

Hamam gibi olsaydı vagon, yerim de yine cam kenarında. Bıksaydı yanımdaki, boyuna girip çıkmamdan, bütün treni dolaşmamdan;

son vagonun arkasından, altımızdan geçen rayları seyredip dönüşümden. Çatılmış kaşlarının yanında çıkartsaydım kulaklığımı, ninni 

olsaydı rayların birleşim yerinden çıkan sesler gözlerimi kapattığımda. Dalıp uykulara, kendimi İstanbul’a giden bir trende görseydim 

rüyamda.

 

Eskişehir Garı’nda gözlerimi açıp, kireç gibi suratlara, sırt çantalarına, yorgun bohçalara falan baksaydım, kaçsaydı yine uykum.

Ödüm patlasaydı bir tünele girdiğimizde; karşı yönden gelen tren birdenbire dört santim ötemizden geçtiğinde.

 

Yerimden yine kalkıp trende volta atmak, makinistin yanına kadar gidip “trende vites var mı?”, “yorulduysan ben kullanayım” ya da

sadece “n’aber?” diyebilmek için kıvransaydım ama vazgeçseydim yanımda cebinde Maltepe sigarası, gardı düşmüş uyuyana

kıyamayınca.

 

Kocaman ay yükselseydi buzlu ay yıldızın arkasından, o da gelseydi bizimle İstanbul’a, hatta konuşsaydım onunla gece boyunca.

Pırıl pırıl parlasaydı gümüş makaslar ayın şavkında, kalem pil ararken çantamda.

 

Küçük istasyon evlerinin önünden geçerken ya da karşı yönden gelen treni beklerken görür gibi olsaydım içinde, belki de mavi çiçekli

basma bir yorganın altında uyuyan istasyon çocuklarını. Ay daha da yükselseydi.

 

Yıllar önce “acaba deniz bu mu?” diye baktığım Sapanca Gölü’ne baksaydım gün ağarırken. Sonra dikey bir limbo dansıyla koridora

çıkıp, TCDD logolu ince bardaklardan çay içmeye gitseydim. Ve çaktırmadan oyunlar oynasaydım karşımdakilerin suratlarıyla, fotoğraf

bile çekebilseydim.

 

“Deniiiiiiz” diye bağırmamak için zor tutsaydım, hatta tutamasaydım kendimi Körfez çıktığında karşımıza. Garip garip baksaydı kan

çanağı gibi gözler, yaşımdan başımdan utansaydım.

 

Değiştirip yerimi, sol masaya geçseydim. Trenin önünü görebilmek için sola virajları bekleyip, yine deklanşöre bassaydım. Ve şehir

başlasaydı yavaş yavaş; Pendik’ler, Kartal’lar, kimbilir neler yaşamış Süreyya Plaj’ları kalsaydı ardımda. Artık hep 34 olsaydı yanımızdan

geçen arabaların plakaları. Hüzünle baksaydım perişan ama onurla dimdik duran konaklara.

 

Bulamasaydım yerime döndüğümde yol arkadaşımı; belki Pendik’te, belki de Bostancı’da inmiş, elinde Maltepe sigarası, hayatın büyük

dolaşımına katılıvermiş çatık kaşları.

 

Ve “Haydarpaşaaaaaaaa” sesi yükselseydi mavi ceketli adamdan. Güvercinler, İstanbul simidi, jeton atıp ittiğinde “çın çın” öten vapur

turnikeleri, boğuk bir vapur düdüğü karşılasaydı beni.

 

O sabah yağmur bile olsaydı İstanbul’da;

keşke oturup da vapurun dışında, ayaklarımı uzatıp bakakalsaydım Anadolu’ya,

ait olduğum topraklara; dağılırken bir ömür, vapurun dumanında.

 

Keşke yıllardan 2002,

       aylardan da Nisan olsaydı...

 

 

düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com

 

Radyo ODTU - Ah! Mazi...'de Hakan Tok tarafından Yeni Turku esliginde dinletisi:

http://www.dushekimi.com/ah_mazi.htm