BALIĞA SARMAK - bir “balık” belgeseli -

 

 

Semiha’nın babası balıkçı; ama ne balıkçı...

 

Gecenin bir yarısı, kıvrım kıvrım yollardan Sinop’a gidiyorum; kırk yıllık gerçek Karadeniz balıçısı Nuri Reis bekliyor

– sabah vira bismillah demir alınacak, balığa sarılacak.

 

 - “Aman kamyonlardan yola akan hamsi suyuna dikkat et; buzdan beterdir, kayar gidersin. Hadi yolun açık olsun...”

 

Bafra’dan aldığım polis iniyor. Sigara içmediğim için “Bafra sigarası var mı?” diye saf saf sorduğum bakkal da böyle

içten uğurlamıştı.Yanık kemençesiyle Birol Topaloğlu’ndan “Küçük Gelin”i dinliyorum. Nasıl hüzünlü bir şarkı bu,

nasıl yıldızlı gökyüzü, ne kadar karanlık dikiz aynam, sanki silinmiş ya da karalanmış gibi geçmişim. Kara mı var

sağımda, yoksa Karadeniz mi? Ne kadar yalnızım...

 

“Batmazlar–2” deyim. Yirmi yedi metrelik Karadeniz Ereğlisi yapımı bir balıkçı gemisi, alamana bu. İki yüz kasa

istavrit kamyonete yükleniyor. Kimisi hala oynaşırken Kumkapı’ya doğru yola çıkıyorlar. Recep ve Erdal Reisler

evlerine dönerken Nuri Reis, bir su kaplumbağası gibi kabuğunda - gemisinde kalıyor. Her gece limana döndükleri

halde, karaya hiç ayak basmadığı günler oluyor. Onun için tekneden inmek, fırtınada “karaya açılmak” gibi bir şey.

 

Tayfalar başaltında yatıyor. Tayfalardan Akın, yabancı dil sınavı TOEFL’a çalışmaya başlarken, Faruk koşa koşa

internete gidiyor. Faruk’un “nick name”i Cakhal_Hunter. Güya bizim yediğimiz ton balıkları aslında camgöz köpek

balığıymış falan; anlatıp anlatıp gülüyorlar.

 

Şubat istavrit zamanı. 30 Nisan – 1 Eylül arasındaki yumurtlama zamanında avlanma yasağı var. Ağların, teknenin

bakımı yapılıyor. Eylül’den Kasım başına kadar palamut zamanı. “Ay Karanlığı”nda avlanıyor. Yakamoz, su içinde

ışık biriktirebilen tek hücrelilerin total yansıma halinde ışıldaması demek. Palamut pullarının yakamozu, onları

kamyonet kasalarında Kumkapı yolcusu yapıveriyor. Sonra hamsi zamanı geliyor. Kasım, Aralık hamsinin en yağlı

ayları. Yollara akan hamsi suyu o aylarda daha tehlikeli. Her balığın avlanma şekli ayrı. Örneğin istavrit gırgırla

avlanıyor. Yunus ve köpek balıkları yumurtlamayıp doğurgan balık oldukları için, yağları kalıpcılıkta kullanılabildiği

halde hiç avlanmıyorlar. Zaten çevre örgütleri de avlanmamaları için her türlü çaba ve desteği göstermekte.

 

Yukarıda, Nuri Reis’in kamarasında “Öndegelen” sobasının yanında yatıyorum. Nuri Reis, kaç kasa nereye gitti vs.

jurnalini yazıyor, ben de defterime az önce anlattıklarını. Tükenmezim yine bitmiş; yaşasın kurşun kalemim. Hiç

birdenbire bitmez. Silgin varsa affedicidir; bir de kalemtraşın varsa, hiç komaz yarı yolda, denizler ortasında.

 

** ** **

 

Neler hisseder martı sesiyle uyanan bir Ankara’lı; güneş güverteye, rengarenk ağların üzerine kıpkırmızı doğarken?

 

Reis uyuyor;

 

- “şşşt; hadi uyan da balığa gidelim !”  demek geliyor içimden.

 

Askerdekinden de gergin düzeltiyorum yatağımı, üzerine bozuk para atsam tavanı delecek.

 

İki bin senedir ne balıkçılar görmüş Sinop Kalesi’nin surlarının ardındaki boş sokaklarda vitrinlere bakıyorum.

Yeni Rakı şişelerindeki mor ispirtolara, Hagi’nin, muhtar adayı Mustafa’nın fotoğraflarına, Kardeşler Lokantası’na,

kıraathaneye, kuruyemişçiye. Aklıma Çorum’da gördüğüm “Barış Manço Leblebicisi” geliyor. Ne güzel şey, yurdun

bir köşesinde bir leblebiciye isim olabilmek. Burnumda yanmış odun kokusu, sudan uçak gibi havalanan karabataklar,

tekneye dönüyorum.

 

Rivayete göre ustabaşısının eksik ağaç kullanıp bir gemi fazla çıkarttığı için asıldığı Fatih Sultan Mehmet’in

tersanesinden vira vira demir alıyor, avara edip, vuruyoruz denize.

 

Kaptan köşkünde, balık arama teknolojisinin ne kadar gelişmiş olduğuna şahit oluyorum. Klasik su üstü radarının

yanı sıra, uydu aracılığıyla - değil sadece Karadeniz’de, dünya üzerinde - hangi noktada olduklarını ekranda görebiliyorlar.

Echo Sounder’ın ekranında, ultrasonla ana rahminde fetüse bakar gibi balık sürüleri aranıyor. Denizin tabanında sürü

var mı, varsa kaç kulaçta, hareketli mi, cücül mü, çaça mı hepsi değerlendirilyor. 1 kulaç = 1,82 metre. Cücül ufak,

ekonomik değeri olmayan istavrit demek. Çaça ise, yine ekonomik değeri olmayan bir balık türü. İstavrit genellikle

19-30 kulaç arasında yer alıyor. Gece dışarı gidiyor, gündüz geri geliyor.

 

Bilgisayarlı sistemden önce, kalp grafisi gibi kağıtlı sistemlerden yararlanılırmış. Deneyimli balıkçılar, balık çokluğunda

su üstüne çıkan balık pullarından, sersemleşmiş balıklardan aşağıdaki sürüyü farkederlermiş.

 

Uygun sürü bulunursa iki üç bin kasa balık çıktığı olurmuş. Bırakın kasaları balığın ambarlara bile sığmadığı durumlarda

üst üstelikten balık kızışır, bozulurmuş.

 

Bir de yunuslara bakılıyor. Çok balığı yiyorlar, hatta “balığa yunus vurmuş” da deniyor ama genelde yunuslar balık

getiriyorlar. Bir tekneye benzeyen bu yüzden de 1. Dünya Savaşı’nda gemi sanıldığı için habire bombalanan Gazi

Kayalığı’nın yanında çifter çifter yunusların oynaştıklarını görüyoruz; yakınlarda balık olmalı. Tekneyle yarışıyorlar,

altından girip yanından çıkıyorlar, suya atlamamak için zor tutuyorum kendimi. Yunuslar hep çifter çifter gezerlermiş.

Eşi ölen yunus onu yalnız bırakmaz, başında ağlarmış.

 

Karada sis düdüğünü ve feneri görüyorum. Ne kadar önemli olmalı şu düdük, göz gözü görmez havalarda? Sesi ta

Sinop’tan duyulurmuş. Nasıl korkar kimbilir evde bekleyenler, sis düdüğünü duyduklarında. Az ötede terkedelmiş

Amerikan üssü. Bir zamanlar Sinop sokaklarında şortla dolaştıkları için dayak yiyenlerin üssü.

 

Bu kadar gelişmiş teknolojinin yanı sıra bir de takvim dikkate alınıyor. Eski Kameri takvimlerde kullanılan Kasım 84: Ayandon

Fırtınası, Kasım 90: Barba. Kasım 105 de 1. cemre düşüyor ki bu çok önemli bir tarih. Gündönümü, yani Kasım 179 dan sonra

Hızır ayı başlıyor. Miladi 14 Kasım’da Kameri Kasım ayı başlıyor. Bu takvimlerde yazan fırtınaların üç aşağı, beş yukarı

tuttuğuna Saatli Maarif Takvimi’nden de çok şahit olmuştum.

 

Karadeniz hiçbir denize benzemiyor; Plankton deposu. Plankton; Karadeniz’e karışan akarsuların bolluğundan, suyun

tuz oranının az oluşundan uygun ortamını bulmuş, gözle görülmeyen tek hücreli bir canlı. Eylül’de gelen balıkların

Cebel-i Tarık’tan bile Karadeniz’in planktonunu araya araya geldiklerinden bahsediliyor. Karadeniz balığının lezzetinin

sırlarından birisi de bu tek hücreli canlılar. Karadeniz’in 200 metre altı ise canlıların yaşamasına uygun değil.

 

7 Aralık 1988 de, Ermenistan’da elli binden fazla insanın öldüğü çok büyük bir deprem olmuştu. İşte o depremden sonra

dipten gelen gazla denizin kimyasımı değişmiştir nedir denizden ağlar üç sene hep boş çıkmış. Balıkçılar mahvolmuş,

çok balıkçı iflas etmiş. Başka sularda rızkını ararken kurşunlanan balıkçılardan birisi de Erdal Reis. “Karadeniz bitti”,

“hamsi kalmadı” diye açıklamalar yapılırken de bu sefer de tokat gibi balık patlaması olmuş. Ambarlarda üst üste

konduklarındaki ağırlıktan kızışan hamsiler yanmış.

 

Marmara depreminden sonra ise tersine bir durum ortaya çıkmış; Marmara’ya istakoz geri gelmiş. İstakoz ancak temiz

sularda yaşayabilirmiş Yani denizdeki yarılmalardan, ortaya çıkan durumlardan denizin daha temiz olabileceği varsayılıyor.

 

Bir garip deniz üzerinde sohbet ede ede gidiyoruz işte. Bir yandan da Ciguli Ünal’ın getirdiği çayları yudumluyoruz.

“Japonların damadı” Ciguli Ünal, diğer tayfa “Wanted” Ramazan’ın has arkadaşı. Bir de hayatı film Cihat var; ilk kez yükten

batmış gemiden kurtarılmış bir adamla sohbet ediyorum.

 

Biz istavrit arıyoruz. Palamutun çoğu şu anda Kanarya Adaları’nda, buraya yumurtlamaya gelecek. Gemideki istavrit ağı

60 kulaç derinliğe ulaşıyor. 70 – 80 –100 kulaçlık ağlar da var. Uzunluğu 7 boy, yani 560 kulaç. 6 milimlik gözlerden oluşuyor.

6 –14 arası hamsi, istavrit gibi balıklar için geçerli. Palamut içinse 14 milimetrelik göz açıklığı gerekiyor. Orkinos için göz

açıklığı 22-28 milimetre, ama orkinos genelde Kıbrıs’a gidip gelen bir Akdeniz – Ege balığı.

 

** ** **

 

- MOLAAAAAA !!!!

 

Recep Reis telaşla bağrıyor. Ekranda balık sürüsü görüldü; hemen ağların atılması, balığa sarılması gerek. Pişti oynayan

tayfalar acele muşambalarını giyiyorlar.

 

Herkes koşuşturuyor. Teknenin arkasına bağlı küçük bota “botçu Tamer” atlıyor ve tekneden ağın bir ucunu alarak ayrılıyor.

Koca ağ, saçından çekilir gibi denize bırakılırken küçük bot bir büyük daire çizerek tekneye dönüyor. Böylece aşağıdaki

sürüyü içine alacak şekilde kocaman bir daire çiziliyor. Ağın tabanı 60 kulaç derine vardığında balığın etrafı ağdan bir duvarla

çevrilmiş oluyor. Sonra ağın tabanı büzülmeye başlıyor. Mapalar birbirine yaklaştırılıyor. Bu sırada bir gece önce TOEFL

sınavına çalışan tayfa Akın, koca bir demirle güvertenin demir döşemesine vuruyor.

 

Taaak, taaak, taaak...   sesleri, aşağıdaki balığın ağıza gelmemesini, ağın ortalarına kaçmasını sağlıyor. Bir de denize manyeto

atılıyor, yani bir lamba. Bu da defalarca çakılınca, balık iyice içerilere kaçıyor.

 

Mapalar (ağın demir halkaları) bir araya getirilirken, tepedeki büyük ağ makarasından da hidrolik ırgat palangalarla denizden

ağı topluyor. Ağ muntazam bir biçimde paraşüt katlar gibi güverteye yerleştiriliyor. Bu iş neredeyse yarım saat sürüyor. Ağlardan

yağmur gibi deniz akıyor. O muşambalar, şapkalar çizmeler giyilmese kimbilir n’olacak?

 

Tepemiz martı dolu. Gözlerim en yüksektekini, en hızlı uçanını arıyor. Ağ iyice toplanınca herkes sancak  borda tarafından, yani

geminin sağ kenarından ağı elle çekmeye başlıyor. Yani, tam “çekin uşaklar çekin” durumu. Ben de millet kan ter içerisinde ağı

çekerken fotoğraf çekmeye utanıp başlıyorum bir ucundan çekmeye. Olmaz böyle şey, benim ellerim - ki çok kaba işlere alışıktır,

dikenli telleri tutmuş gibi oluyorum. Mümkün değil jilet gibi ağları eldivensiz çekmek; ama çoğu kasılmış yüzleriyle eldivensiz

çekiyor.

 

Balık iyice tekneye yaklaşında “fish-pump” devreye giriyor. Yani kocaman bir elektirik süpürgesi. Ağın içindekileri emip, deniz

analarını yani pelteleri eritmiş, küçük balıkları ayıklamış olarak tekrar ağın içerisine bırakıyor. Ağda kalanlar tekrar emilerek

bu sefer güverteye boşaltılıyor. Hortumdan, şu aqua parklardaki kaydıraktan fırlayan insanlar gibi balıklar fışkırıyor. İncelermiş

gibi yapıp, çaktırmadan ufaklarını denize atıyorum. Hatta yeni attıklarımdan tekini denize düşer düşmez martı kapıyor. Aklıma

çöldeki talihsiz bedevi - kutup ayısı hikayesi geliyor. Ama ben ufak balıkları boşuna gizli gizli denize atıyorum çünkü bizimkilerin

ufak balıkları zaten kasa kasa denize attıklarını görüyorum. Zaten Nuri Reis sohbet ederken, “balığa yumurtlama, neslini idame

etme fırsatı vermen gerekir, balık avlamada bir sınır, bir kota olması gerekir” diyordu.

 

Balık dağındaki hamsiler ayrılıp istavritler küreklerle kasalara yerleştirilip üst üste konuyor.

 

Gelip çatıyor öğle yemeği saati. Yemekte kapuska, bulgur pilavı, elma kompostosu var. Yatağımı toplarkenki askerlik psikolojisine

yine giriyorum ama çok keyifli bir yemek bu. Ellerim, kazağım, fotoğraf makinam hep balık kokuyor. Kendimi balıkçı kral gibi

hissediyorum. Aşçı Hayrettin balıkların bazen ayıklarken bile oynaştıklarını anlatıyor.

 

Yemekten sonra Recep Reis’in gözleri echo-sounderda, Nuri Reis kıç tarafında yırtılmış ağları onarmakta. Dedesi de Of’lu

kaptanlardan; Arhavi’li İsmail şarkısındaki gibi; hani şu Of – Sürmene – Araklı, Trabzon’a gelen, “bin kaptan kurban olsun

Kurtuluş Savaşı’na” denilenlerden olmalı diye düşünüyorum. “N’olur?” diyorum; ülke balıkçılığından sorumlu yapıverseler şu

elinde Samsun sigarası - denizi dibine kadar okuyan adamı. Evet; belki resmi davetlerde kravatı eğri durur, protokolde yanlış

yere oturur; ama kesin doğru kararlarıyla anılır yıllar sonra, tavalara konulan kalkanlar, izmaritler, hamsiler oynaşmaya başlarken,

üç tarafı deniz ülkesine balık ihracından kasa kasa döviz girerken.

 

Tepemizde yüzlerce martı uçuşurken, yine iki yüz - üç yüz kiloluk yunusların oyunu başlıyor. Bu yunusların sırtına binmek sadece

çocuklara ait bir düş değil herhalde.

 

Sis geliyor uzaktan. Sis düdüğü de kesik kesik çalmaya başlıyor. Ödü kopuyor insanın ama çaktırmıyorum.

 

** ** **

 

- MOLAAAAAA !!!!    En az iki - üç kulaç balık vaaar...

 

Aşağımızda cücül değil gagez var , yani ceviz gibi hepsi aynı boy – iri istavrit.

 

Haydaa, bir panik, bir koşuşturma. Botçu Tamer yine botunda, yine ağlar balığa sarılıyor. Sancak tarafında gergin çelik teller.

 

Mola hep sancaktan. Daha da büyük balıkçı gemilerinin iskele, yani sol taraflarında da mola – balığa sardırma olabilirmiş. Yine

çın çın “taaak, taaak, taaak... “  sesleri, tabana vuruluyor.

 

- Akıntı balığı süpürdü...

 

- Dibe oturmadı ağ...

 

Reisler kendi aralarında konuşuyorlar. Çıt çıkartmadan dinliyorum; sanki dönüp bana

 

- n’apalım şimdi? diye soruvereceklermiş gibi.

 

Bu sefer siste toplanıyor ağlar. Hava güzel ama sis nedeniyle soğuyor. N’apıyor bu adamlar bu rutubette, hava eksilerin çok

altlarına düştüğünde? Ne zor, ne emek işi şu balıkçılık?

 

Bu seferki istavrit sabahkinden daha iri ama yine de İstanbul’a nakledecek kamyonet parasına değecek kadar çok istavrit yok.

 

Sis iyice yoğunlaşınca, botu bile göremeyeceğimiz için limana dönüyoruz; yoksa rastgelse geceye kadar daha balığa sarılacak.

Aganta iskota, aganta borina borinata. Limanda, kasalar buzhaneye gönderiliyor, işi biten tayfaların kimisi evine, kimisi internete,

kimisi dersinin başına, kimisi de cep telefonuna mesaj yazmaya koşuyor.

 

Bitmez balıkçı hikayesi. Yumurtalı hamsimizi yerken, hafta sonu İstanbul’dan Amerika’ya gidecek olan bir kuru yük gemisinin

lostromosu Hikmet geliyor. Altı ay, yedi denizi dolaşan bu Magellan, okyanusun çırpıntısızlığını, dev dalgaların geminin altından

geçişini anlatırken laf dönüp dolaşıp Sinop’taki definelere, kuyudaki altın kellelere, kuyaya inince altın kellenin yılana

dönüşmesine geliyor. Bitmesin istiyorum şu sohbet ama ertesi gün yine ağır,hem de çok ağır iş var.

 

Uyuyakalmadan önce sobalı kamarada, “balıkçının kızı” Semiha’nın: “pek kimseyle konuşmaz” dediği babasıyla sohbetimiz uzun

uzun devam ediyor. Bana, denize salınan yavru küpeli kalkanları, ağa takılan yunusların salınışını, balıkçıların sorunlarını anlatıyor.

 

En iyi küreklerin kayın ağacından, en iyi kayıkların kestane ağacından yapıldığını öğreniyorum uyku kardeşim elini verirken.

 

 ** ** **

 

Ve yine martı sesleriyle yeni bir gün doğuyor.

 

Önümden allı yeşilli, dümenleri nazlı takalar geçiyor. Bunu şiirleştiren bir insan ne kadar kötü olabilir ki diye düşünüyorum.

 

 

Dönmem gerek,

Erfelek’teki yaşlı ekmekçiden dumanı tüten ekmek alarak,

yalçın kayalıklı yüce Ilgaz Dağı’nı aşarak dönmem gerek.

 

Şairin dediği gibi; “hoşçakal” diyorum dostlarıma, öbür kardeşim denize.

 

Ardımda tertemiz insanlar,

biraz daha adam olmuş, biraz daha umutlu,

denizden yeni çıkmış ağların kokusunda

alıp başımı gidiyorum...

 

 

düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com

 

BALIĞA SARMAK - bir balık belgeseli - FOTOĞRAFLARI

 

 

YUNUSLAR

 

TAYFALAR    KAMARA

 

 

AĞLAR - BALIKLAR

 

NURİ REİS

 

AĞLAR

 

HAYATA DÖNÜŞ

 

YANSIMALAR

 

  ,

SABAH

 

SURLAR

 

 

YOLDA