bazı çok sevdiğiniz insanlar vardır,

yıllarca görmezsiniz

ama hep "kimbilir şimdi ne yapıyordur,

keşke burada olsaydı" dersiniz.

 

ve bir gün karşınıza çıkar.

 

"O", artık ruhunuza kazınmış

bir zamanlarki "o" değildir.

 

Sönmüştür içindeki volkanlar.

 

Keşke karşınıza hiç çıkmasa,

düşlerinizde hep bir zamanlarki

"o" olarak kalsadır..

 

KAVUŞma  (WISH YOU WERE not HERE)

 

 

... ve ayrılır yollarınız, kimbilir kaç yıl sonra tekrar kavuşabilmek ümidiyle.

 

Nemlidir bazen gözler; bazen de haberiniz bile yoktur artık ayrıldığınızdan, belki de birbirinizi bir daha hiç göremeyeceğinizden.

 

Geçer yıllar.

 

Bir kış gecesi, lapa lapa kar yağarken, kapatmış odanın ışıklarını; sokak lambasına, boza satan kardan adama bakarken,

“acaba şimdi ne yapıyor?” dersiniz.

 

Çok kalabalık bir toplantıda bir tek “o” yoktur bazen. “Keşke burada olsaydı” dersiniz.

Belki o sırada “Ayağında Kundura” çalıyordur ama; Pink Floyd’un “Wish You Were Here”ini dinletişi gelir aklınıza. Sizi odanın

tam ortasına oturtuşunu, sesi sonuna kadar açısını, “Wish You Were Here”in başındaki parazitli radyoda çalan gitar girişini,

radyoyu dinleyenin gitarını ele alıp tertemiz notalarla radyoya eşlik edişini yeniden yaşarsınız. Akor basan parmakların gitarın

perdesinde kayarken çıkarttığı gıcırtıyı, odanın perdesine takılı kalmış bir sol majorü duyar gibi olur, “keşke burada olsaydı”

dersiniz; bir zamanlar Syd Barret için dendiği gibi. Kendinizi bir akvaryumda, ruhunu kaybetmiş bir balık gibi hissedersiniz.

 

“Şimdi muhakkak yürüyordur” diye düşünürsünüz klakson filarmoni orkestrası bir iş çıkışı andanteden allegroya geçerken.

Egsoz dumanı karışır nefesinize, derin iç çekişinizde; dalar gidersiniz yine vurgun yiyeceğiniz derinliklere.

 

“Yine bir eğilse de parmak atabilsem” diye gülersiniz “affedersiniz efendim” diyerek yere düşürdüğünüz çatalı alan garsonu

seyrederken.

 

“Onun herhalde cep telefonu da yoktur. Yok, bir de nerede olduğunun hesabını verecekti. İyi vallahi, ben de çarşambadan

itibaren cep telefonumu hep kapalı tutmazsam... ya da günde sadece iki saat açık tutarım,  hadi bilemedin üç”.

 

Beni böyle Michelin lastiğinin logosu gibi görünce kesin avuçlar göbeğimi; “bu ne, fişeklik gibi!” der diye düşünürsünüz.

Çarşambadan itibaren İsveç, Norveç; artık ne olursa, acayip sıkı bir rejim beklemektedir sizi.

 

Öğle tatilinde bahçede güneşlenirken konuştuklarınız gelir aklınıza. “Rod Stewart’ın biseksüel olmasından bize ne”dir,

ayrıca “Maggie May” muhteşem bir şarkıdır.

 

Sağa çekersiniz arabayı; çıkartıp üstünüzü başlarsınız güneşlenmeye. Ekmek çarpsın, çarşamba günü rejime başlanacaktır.

 

 

-Vaaaaaay, aslanım benim. N’apıyorsun kız, nerelerdesin? anlat bakalım.

-Hiç, sizler nasılsınız, hanım çoluk çocuk nasıllar?

-iyidir; ne bu halin, tam patroniçe olmuşsun; seni bilardoda bir kilitliyeyim de gör.

-kusura bakma, bu ara çok yoğunuz, yoksa kırmak prensibim değildir.

-Abant dönüşümüzü hatırlıyor musun? Kırmızı kamyonda...

-eşim beni bekliyor; kendine iyi bak, görüşelim...

-...

 

ve ayrılır yollarınız;

 

bir daha hiç kavuşmamak, bugünü hiç yaşamamış olmak, onu hep öbür haliyle hatırlamak onu yine özleyebilmek arzusuyla.

 

Eve dönersiniz.

 

Odanın tam ortasına oturup, müzik setinin sesini sonuna kadar açarsınız. Gözleriniz kapalıdır. Tertemiz notalar, bir kafesteki

başrolü kapma savaşında, ruhların satılışını anlatmaktadır.

 

İlahınız hayalet olmuş; sol major, perdeye takılıp kalmıştır.

 

Çarşamba akşamı, sizi bir ziyafet beklemektedir.

 

 

 

düş hekimi yalçın ergir     http://www.ergir.com