(fonda çalan: jovano jovanke / nigel kennedy)
Peki, nasıl yazılmıştı; nerede başlayıp, nerede bitmişti başı ve sonu olmayan o “Sonsuz Düğüm”? (http://www.ergir.com/sonsuz_dugum.htm)
Artık hamile kalmıştım; “Sonsuz Düğüm” yazısını doğurabilmek için kıvranıyordum.
Hasta randevularım bir ay öncesinden dakikalarına kadar belliydi, ama bunun dışında kendimi sürekli "geçerken bir uğramış" sevdiklerimle sohbet ederken buluyordum.
- Ee; hastan yokmuş, çayın var mı?
- Ee; anlat bakalım…
Bu Ravel’in Bolero’su gibi birbirini takip ederek uzayıııp gidiyor, o anda Romeo olsam Juliet’i istemiyor, bebeğimi doğurmak istiyordum. Kördüğüm olmuş, çözdükçe dolanıyordum.
Bir yere gitmeliydim.
Öğrenciyken ders çalışmak için Milli Kütüphane’ye giderdim; böylece ayartılmaz, konsantre çalışabilirdim. Daha sonra nasıl “Beyaz Balina Aydın” yazısını Gerze'de, çocukların okula giderken beyaz bir balinanın başını sevdikleri limanda hamsi kasalarının üzerinde yazdıysam,
bu “Everest”li yazıyı da bir tepede yalnız yazmalıydım.
Evet; Yalnız Ağaç’ıma gitmeliydim. O beni beklerdi, ben de onu çok özlemiştim.
Hele bu bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda kimsecikler de gelemezdi oraya. Dayanamamış, aklımı peynir ekmekle yemiştim. Hemen şimdi; o da, ben de yaşarken, o gelemese bile ben gidebilirken gitmeliydim.
Çamur denemeyecek, artık bataklık olmuş tarlada bir başıma yürüyordum. Yavaşça acele ediyordum; bebeğimi ağacıma varamadan tarlada doğurmaktan korkuyordum.
O sırada Sibel Mustafa’ya küsüyor, Ahmet Aslı’ya yazdıklarının sonuna klavyede uçan parmaklarıyla bir :)))) daha ekliyor, Behiç Bey daha da, daha da, daha da çok kazanıyor, Selami yine anlaşılamıyor, Nünü Café’de otururken, Kazım hesap soruyordu.
Yağmur zaten günlerdir yağıyordu; vıcık vıcık tarla botlarımı bırakmıyordu, zaten bağlarını sımsıkı bağlamamış olsam ayağımdan çıkacaktı. Bayağı antrenmanlı olmak gerekiyordu; bir adım atabilmek belki on saniye sürerken, Tunç Fındık'ın anlattıkları aklımdaydı: "Everest’in zirvesindeyken bir saatte yüz metre ilerlenebiliyordu."
Sırt çantamda bilgisayarım, küçük taburem, yedek tişörtüm, iki elmam; bel çantamda ise canım fotoğraf makinem vardı. Cep telefonum bozulsa da olurdu, hatta daha iyi olurdu; ama diğerleri korunmalıydı. Boyuna durup, aklıma gelenleri vefakar kurşunkalemimle not alıyordum.
Dik tepeye çıkmak buzdan bir kaydırağa tırmanmak gibiydi. Bir tutunamazsam nereye kadar, kaç parça gideceğim belli değildi.
Derken varıyordum nirvanaya, daha doğrusu dostumun yanına - bu sırılsıklam aşık Aralık ayında.
Benim ayrıca yağmurluğum vardı; ağacımın dibine bilgisayarımı yağmurdan koruyacak mini çadırı kurup,
başlıyordum “Sonsuz Düğüm Uvertürü”nü oluşturacak tuşlara basmaya.
2 sene önce ağzını kapatmadığım sırt çantamdan bilgisayarımı betona düşürdüğümde teknik servisçi: “- Sıvı teması – garanti kapsamı dışı…” demişti.
Şimdi bir rüzgar esse, klavyenin ıslanması an meselesiydi; bu sefer de ıslanıp bozulsaydı: “- Büroda düşürmüşünüz - garanti kapsamı dışı…” mı olurdu teşhisi?
Sessizliğin sesini dinliyordum. Progresif Rock grubu Supertramp’in bir albümü vardı; adı nasıl da düşündürmüştü: “En Sessiz Anlarda Bile”. Kapağında, karlı bir tepede - karlar altında bir kuyruklu piyano ve üzerinde “Aptal’ın Uvertürü”nün notaları vardı.
Yakında buraya diz boyu kar varken gitarla tırmanmak, sırtımı ağaca dayayıp bembeyaza masmavi çalmak muhteşem olacaktı.
** ** **
Kendimi ıslak bir sokak kedisi gibi değil, Beypazarı yakınlarındaki Son Anadolu Panteri gibi hissediyordum.
Mutluydum; sonsuz bir düğündeydim; bir tepede dünyanın damındaki insanları yazıyor, bu yağmur duracak diye korkuyordum…
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
Yalnız Ağaç Tefrika: |