(fonda çalan: om mani padme hum / tibetan incantations)

 

 

 

SONSUZ DÜĞÜM

(KİLİTSİZ KAPILAR)

 

Sonsuz düğüm,

Tibet Budizmi’nde sonsuz aşkı temsil eder

ve kalp çakrasını açar…

 

 

2005 - Şubat

 

Bir IMAX filmi izlemiştim: “Everest”. 1996 tırmanışı faciasında çekilmiş çok etkileyici, hem de ürkütücü bir filmdi.

 

Hani çocuk gözlerle izlesem, filmden “Ben ileride Ay’a gideceğim” diye çıkardım; ama koca adamdım işte.

 

Film bitmişti, perdede yazılar yazıyor, fonda Eric Clapton ile George Harrison’un Japonya konserinde söyledikleri “Here Comes The Sun” çalıyor, seyirciler de salondan çıkıyordu.

 

 

Harf harf perdedeki bütün yazıları okuyordum. Salonda bir ben kalmıştım. Makinist de kesip atamamış belki de:

“- Bu adam neye bakıyor yaa?”   diye meraklanıp o da harf harf yazıları okumaya başlamıştı.

 

Büyülenmiştim;

oradan çıkıp ilk dolmuşla Ay’a, olmazsa Everest’e gitmeliydim.

 

** ** **

 

2006 – Nisan

 

8501 metrelik Lhotse Zirvesi yapacak Tunç Fındık’la vedalaşıp Everest Ana Kampı’ndan Ayşen Erdil ile birlikte aşağılara inmeye başlıyorduk.

 

Makinemde sponsorum “Anadolu Hayat Emeklilik” için çektiğim paha biçemediğim fotoğraflar,

 

 

 

ardımızda dondurucu soğuk, yarıya düşmüş oksijen, beyin ödemi riski

ve “gelenlere ışık tutsun – zırh olsun” diye bıraktığım “dünyanın en yüksekteki” “Cevşen-i Kebir”i,

“festina lente” diyerek yavaşça acele ediyorduk.

 

Yanımızda Tibet göçmeni Kandu Şerpa ile Himalayalar’da günlerdir dünyayla iletişimsiz, banyosuz, araçsız aşağılara, hep aşağılara iniyorduk.

 

Ve 4243 metreye indiğimizde dünyanın en yüksek yerleşim yeri Pheriche’ye varıyorduk. İlerisi Solu-Khumbu Vadisiydi ve sakinleri hep Tibet göçmenleriydi.

 

Müthiş bir yoksulluğun tanıkları oluyorduk.

 

 

Kapısız evler.

Daha doğrusu kapı yerine “Sonsuz Düğüm” desenli perde asılmış kilitsiz evler.

 

 

Çalınacak bir şeyleri olmadığı için değil,

çalacak birileri olmadığı için,

 

elektrikler kesildiğinde soygun, tecavüz ve yağma yapan batılılar kadar medeni olmadıkları - aralarında alçaklık farkı olduğu için,

 

bir anlık elektrik kesintisi değil, bir an bile elektrikleri olmasa da,

fal taşı gibi açılmış kalp çakralarıyla: “Namaste” diye selam verebildikleri için.

 

Aklıma, "Beyaz Balina Aydın" masalı için Gerze’ye gittiğimde, kapılarını asla kilitlemeden yatanların, bahçelerindeki eşyaları içeri taşımayanların dünyası gelmişti.

 

Ya Anadolu;

farklı mıydı yakın tarihe kadar Anadolu?

 

Amarcord;

geçmişte Berber Yusuf’un babasının Suluhan’ın yanındaki manav tezgahını geceleri hiç kapatmadan, Allah’a emanet edip eve gidişini anımsıyordum.

 

Gelmişte ise, Ankara sokaklarında yanıp sönen güvenlik sistemi ışıklarını, yanlışlıkla çalan hırsız alarmlarını, kapılarda hesap verdiğimiz güvenlik elemanlarını düşünüyordum.

 

Ne acıydı; ne kadar korkmuştuk;

nasıl bir hortum bizi de vurmuş, silahlanır gibi kilitlenmiş,

kalbimize kaçar bitlik şifreler koymuştuk?

 

Ne kadar mutlu olacaktım sonsuz aşkı, sonsuz birlikteliği sembolize eden sonsuz düğümlü bu Tibet kapısını, bu bez parçasını,

sembolik olarak odamın, inimin, kulübemin kapısına asabilseydim,

o kapıdan içeri gireceklerin peşinen barış ve sevgiyi kabul etmiş olacağını varsayabilseydim.

 

Tırmanış sırasında nefes zor alınabildiği, en ufak bir yük bile oksijensizlikten tonlarcaymış gibi geldiği, hatta sırt çantamdaki yükü azaltmak için pillerin kağıtlarını dahi attığım için, ülkeme götüreceğim yükte hafif, anlamda ağır hatıraları dönüş yoluna saklamıştım.

 

Sonsuz düğümlü güzelim kapıyı, özellikle bayıldığım o beyaz üzerine mavi desenli olanını bir daha - bir daha – bir daha gitmek isteyeceğim büyülü Katmandu’dan alacaktım.

 

 ** ** **

 

Katmandu

 

Biz Himalayalar’ın eteklerinde sıfır iletişimle stratosfere doğru ilerlerken, Katmandu’da Kral Gyanendra’ya karşı ayaklanma çıkmıştı. Katmandu’da büyük olaylar yaşanmış, sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti.

 

Böcekli otelimize vardığımızda Maocu isyancıların önderliğindeki halk ile kralın askerlerinin her an başlaması muhtemel sokak çatışmaları konuşulurken Ayşen’le havaalanına gitmeye karar vermiştik, fırtına öncesi sessizliğindeki şehri terk etmeliydik.

 

Bizim Nepalli olmadığımız belliydi; çıkılması yasak sokaklarda köşe başlarını tutmuş zırhlı araçların arasından radarın önünden geçen sürücüler gibi ürkek geçebiliyorduk.

 

 

Bir grup yabancıyla beyaz bayraklı bir otobüse dolmuş ve havaalanına ulaşmıştık.

 

Sefer falan yoktu; bir tek Maskat’a bir uçak kalkacaktı, yolcuları gelemediği için yer de vardı ve ona atlamıştık.

 

Bir sorun vardı; Maskat hangi ülkedeydi?

Aslında önemli de değildi, maksat Nepal Krallığı’ndan ayrılabilmekti.

 

Havada hostese sormuştum:

 

- Hangi ülkeye gidiyoruz??

 

Çin, Pakistan, Hindistan neresi olursa olsun fark etmezken, Umman Sultanlığı yolunda olduğumuzu öğrenmiştik. 4-5 saat sonra, uzun süredir ilk defa dondurucu soğukta uyku tulumunda yatmayacak, stadyum kadar geniş yatakta Leonardo da Vinci’nin "vitrivius adamı" gibi yatacaktım.

 

Ardından çantamda Everest’ten topladığım siyah taşlar ve anlatacak onca şeyle, dilediğimde siyah zeytin bile bulabileceğim dünyanın en güzel ülkesine dönmekteydim;

 

ama içimde bir dert vardı,

çıkılması yasak sokaklardan sonsuz düğümlü Tibet Kapısı’nı alamamıştım.

 

Bu öyküyü Ankaralı Gezgin dostum sevgili Timur Özkan’a da anlatacaktım.

** ** **

 

2007 – Aralık

 

- Yalçın Bey; Timur Bey geldi…

 

Ben hastamı beklerken, yardımcım sevgili Eda haber vermişti.

 

Timur, Tibet’ten dönmüştü. Yakın zamana kadar bir batılının girmesi yasak olan o büyülü şehir Lhasa’dan geliyordu.

 

“Tibet’te Yedi Yıl” isimli filmde Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer’in MÜTHİŞ öyküsü vardı.

 

 

Harrer, 2. Dünya Savaşı sırasında Himalayalar’daki Nanga Parbat ekspedisyonu sırasında İngilizler’e esir düşüyordu.

 

Daha sonra ( http://www.ergir.com/heinrich_harrer.htm adresinden aldığım satırlarla) 1944’de, üçüncü denemesinde kaçabilecek, hiçbir dağcılık malzemesi olmadan Himalayalar’ın öteki tarafı Tibet’e geçebilecekti.

 

Lhasa’ya giren “ilk” batılıydı. O zamanlar çocuk olan Dalai Lama’ya, Potala Sarayı’nda eğitim verecek – 2006’da ölünceye kadar da dostu kalacaktı.

 

1950’de Çin, Tibet’i işgal edince Dalai Lama’yla birlikte Hindistan’a kaçacaklar;

Harrer oradan da 1939’dan beri görmediği Avusturya’ya,

tren istasyonunda karnında bebeğiyle iki gözü iki çeşme bıraktığı sevgilisine geri dönecekti.

 

Tabii ki kendisini değişmiş bir dünya,

bekleyememiş bir kadın – belki de ufku sokağın köşesiyle sınırlı kalmış bir anne bulacaktı.

 

Harrer, her harfi doğru, her satırı dolu, ciltlerce kitap olacak Tibet serüvenlerini: “Tibet’te Yedi Yıl” ve “Kayıp Lhasa” isimli kitaplarda toplayacak ve bu masal 1997’de Brad Pitt’in oynadığı “Tibet’te Yedi Yıl” filminin konusunu oluşturacaktı.

 

1954’de Harrer, Alaska’nın en yüksek dağlarına çıkacak; Alaska’dan, Yeni Gine’ye pek çok zirvede yine “ilk” olacaktı.

 

Sevgili Timur, gitmek için yanıp tutuştuğum Tibet / Lhasa’ya gitmiş, oradan Himalayalar’ı aşarak Nepal / Katmandu’ya,

oradan da çantasında alamadığım sonsuz düğümlü Tibet Kapısı’yla Bülten Sokak’a gelmişti.

                    

 

Belki de mesleğim gereği gelir gelmez biten çikolata başta olmak üzere, özellikle yöresel çok hediye alırım. Ne yalan söyleyeyim, bir paylaşma insanı olduğum için çok da mutlu olurum.

 

- Al bunu sana getirdim… denen şey, apar topar kaçtığım bir ülkeden getiremediğim bir sembol olunca, yumurta değil, kapı kapıma gelince, bedenimin de - yüreğimin de zıp zıp zıpladığını hissetmiştim.

 

Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var”ında yazdığı gibi sımsıkı kucaklamıştım “uzak ülkelerin - tanımadığı insanların” çektiği, uzak bir ülkenin çok iyi tanıdığım insanlarının yanından gelen dostumu.

 

 

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey daha vardı;

 

her şey insan kalbinin içinde başlar, kalbinde biterdi,

mal mülk şan şöhret hepsi gelir geçerdi.

 

Kalıcı olan servet “öteki” biriktirdiklerimiz -

öğüterek, öğreterek vereceklerimizdi.

 

Ve sevgiye hiçbir kilit para etmezdi;

 

nilüfer çiçeğinin içindeki mücevheri korumak için

basit bir perde yeterdi…

 

düş hekimi yalçın ergir    http://www.ergir.com

 

 

Bu vesileyle Timur Özkan’ın yanı sıra,

bu yolculuğun mimarları Mete Uğurlu’ya, Betül Çığır’a,

Tunç Fındık’a, Yücel Tanyeri’ye, Ayşen Erdil’e  veee

 

** ** **

 

Peki, nasıl yazılmıştı;

nerede başlayıp, nerede bitmişti

başı ve sonu olmayan bu “Sonsuz Düğüm”?:

http://www.ergir.com/sartlar.htm