(fonda çalan: roma - cameron cartio)
Bir Final Maçı Gecesi
Yıllar önceydi; yaz tatili yeni başlamıştı ve öğretmen annem ve ablamla Yenimahalle troleybüsündeydim.
Annem çok farklı bir ortama getirmişti bizi; oysa ben o sırada Mıstık'larla mahallede futbol oynamak istiyordum.
Ankara Tenis Kulübü'ndeydik. Annem bir öğrencisinden öğrenmişti burayı ve bizi tenise başlatacaktı.
Tenis okuluna kaydolmuştuk ama tenis raketi alacak paramız yoktu. Bir hafta raketsiz gidip gelmiş, daha sonra Ulus'taki Kam Spor mağazasından 200 liraya Snauvert marka tenis raketi almıştık. Raketi ablamla ortak kullanacaktık.
Artık her sabah ablamla Kızılay'daki otobüs durağından Kavaklıdere'den gelip Yenimahalle'ye giden troleybüse biniyorduk. Otobüs tıklım tıklım beyaz şortlu, tişörtlü, kasketli, bohça gibi ağzı büzgülü çantalarından tenis raketinin sapı çıkan çocuklarla doluydu.
Tenis Kulübüne varınca önce kulübün yanındaki boş arsada her daim idol antrenör Demir Ataş tarafından koşturuluyor, kültür fiziği takiben kulüpte öğlene kadar tenis öğretilmeye başlıyorduk. Ardından yine bir troleybüsle evlerimizin yolunu tutuyorduk.
Demir Ağabey'in öyküsünden de çok etkilenmiştim. Demir Ağabey bir yandan okuyup bir yandan da yaz tatillerinde gecekondusundan çıkıp 19 Mayıs Stadyumu'nun dışında testiyle su satıyordu. Bir gün tenis kulübünden dışarı bir tenis topu kaçıyor, topu içeri getirince sahadakiler kendisine top toplamasını teklif ediyor - o da testisini bırakıp top toplamaya başlıyordu. Ardından da her gün tenis kulübüne top toplayıcı (ball-boy) olarak gelmeye başlıyor, bir yandan da tenis öğreniyordu. Zamanla hem üniversiteyi bitiriyor - hem birinci sınıf bir tenisçi & antrenör oluyordu. Bütün ailesini okutup kardeşlerini de Türkiye'nin sayılı tenisçilerinden yapıyordu. Daha sonra tenisteki başarısına kayak da eklenecek, yıllar sonra Kayak Federasyonu başkanı da olacaktı. Türkiye'de ilk tenis raketini - ilk tenis topunu üreten de Demir Ataş'tan başkası olmayacaktı.
Aradan iki üç hafta geçmişti; duvar yapıyordum, arkamdan Demir Ağabey'in sesini duymuştum:
- Sen öğleden sonraları da geleceksin!...
Artık sabahtan güneş batıncaya kadar kortlardaydım. Şort, çorap ve tişörtümün örttüğü yerler beyaz, geri kalan bölgelerimle marsık gibiydim.
Derken teneke kupalar gelmeye başlamıştı. Bıyıklarım on bir on bir maç yaparken, takım oyuncusu olmuştum.
Üniversite ikinci sınıfa geldiğimde ne yazık ki 17 yaşımı da tamamlamıştım. Artık kulübe devam edebilmek için para ödemek zorundaydım.
Bu arada tenise yeni başlayanları çalıştırmam teklif edilmişti. Bir zamanlar hayran olduğum bir ağabeyin işini yapacaktım. Her sabah elinde raket, troleybüsle gelmiş çocuklara canla başla "backhand nasıl vurulur"u, "voleye nasıl çıkılır"ı öğretiyordum.
Ve hayatımın ilk maaşını almıştım. Trilyonerdim.
Koşa koşa Ülkealan Pasajı'na gidip bir süet Adidas Gazelle ayakkabı almış, o akşam da mahalledeki güzelim Günseli'yi Tunalı'daki lüks Pizza Pino'ya yemeğe götürmüştüm. Ardından da Mini Golf'e gitmiştik. Çatır çatır kendi parasını harcayan koca adam olmuştum.
Diğer maaşlarımdan mahsup edilerek Ankara Tenis Kulübü'ne üye de yapılmıştım. Bir ömür sürecek spor yaşamının yeni bir sayfasındaydım.
Hacettepe Üniversitesi'nde tenis kortu falan olmadığından, spor salonunda voleybol ağını aşağıya indiriyor, voleye geçip öğrenci - öğretim görevlisi, tüm tenis öğrenmek isteyenlere tenis dersi veriyordum. Kantine gittiğimde havam bin beş yüzdü; "işte o tenisçi çocuk" olmuştum.
Siyasal çalkantılar doruktaydı, ama elimde değildi işte; herkesi seviyor, herkese tenis öğretiyordum. Cebime yolluk ve bilet konuyor, kimi gece atlayıp otobüse Boğaziçi Üniversitesi'ndeki, kimi gece de Ege Üniversitesi'ndeki "Üniversitelerarası Spor Şenlikleri"ne tenisçi olarak gidiyor, Hacettepe'yi temsil ediyordum. Ardımda kıran kırana geçmiş maçlar, hesapsız kitapsız dostluklar, Ankara'ma dönüyor, kan çanağı gibi gözlerle direkt okula gidiyor, kaçırdığım derslerin fotokopilerini çektirebilmek için sınıf arkadaşım Nur Atasever'e yalvarmaya başlıyordum.
Herkesin tir tir titrediği öğretmenler bin bir ricayla tenis öğrenmek istiyor - ben de nazlı nazlı randevular veriyordum.
Derken asistanlık yıllarımın ardından gelen askerlikte de bu ricalar yakamı bırakmıyordu. Yedek Subaylık okulunu birinci olarak bitirdiğim için kura çekmemiş, evimin dibindeki Jandarma Dispanseri'nde askeri diş hekimi olarak çalışmayı kendim seçmiştim.
Ancak bir handikabım vardı - baştabip komutanım da tenis öğrenmek istiyordu ve her pazar kendimi daha önce hiç spor yapmamış birisinin sağa sola attığı topları toplarken buluyordum. Bu arada kamp dönemi - müsabakalar derken, bazen dispansere de gidemiyor, Silahlı Kuvvetler Tenis Turnuvası'nda Jandarma'ya madalya kazandırıyordum.
Çorap söküğü gibi geçen yıllarda onlarca kupa toplamış, nihayet 1999'da Veteran milli olarak göğsümde Ay-Yıldız'la Türkiye'yi Almanya'daki dünya şampiyonasında temsil etmiştim. Kimisi Wimbledon oynamış tenisçilerin tabancadan çıkar gibi gelen servislerinden canımı zor kurtarmış - sonuncu olarak soluğu Türkiye'de almıştım.
Ama ertesi sene Cannes'daki "Dünya Sağlık Oyunları"nda Türkiye'yi temsil ederken üç tur birden çıkacak, buralara gururla dönecektim.
** ** **
2007 yılındaydık. Sonbahar gelmişti.
Ankara Diş Hekimleri Odası'nın düzenlediği, her yaştan diş hekiminin katıldığı "Ankara Diş Hekimleri Tenis Turnuvası" vardı ve bu turnuvada birinci olan, Nisan ayında Antalya'daki Türkiye Şampiyonası'nda Ankara'yı temsil edecekti.
Yani birinci olan, bir öğrenci gibi otobüse atlayacak, başka şehirlerden gelmişlere karşı kıran kırana Ankaralı meslektaşlarını temsil edecekti.
Hastalarıma yalvarılıp yakarıp her gün turnuvaya kaçıp maçlarımı yapıyordum.
Sonuçta finale kalmıştım.
Ve bugünkü final maçında (bence süper tenis oynayan) genç rakibimi de yenebilmiştim.
Dünyanın şampiyonu olmasa bile diş hekimleri arasında Ankara şampiyonu olmuş, Nisan ayında o otobüse atlayıp Antalya yollarına düşme vizesini almıştım.
** ** **
Kupa töreni haftaya.
Bu akşam Demir Ataş'tan ilk teneke kupamı aldığımdaki kadar mutluyum.
2008 Nisan'ında karşımda her yaştan, her şehrin şampiyonu olacak.
Yarından itibaren hazırlanmalıyım; taş gibi olmalı - Ankara'mı, meslektaşlarımı, dünyanın olamasa bile - bu ülkenin şampiyonu yapmalıyım...
düş hekimi yalçın ergir / 21 ekim 2007
... ve tenis toplu kupa: http://www.ergir.com/tenis_toplu_kupa.htm
PANO'YA (ya da çocukluğa) DÖNÜŞ
|