AĞACA ÇIKAN BİSİKLET

 

 

- Şu an kafedeyim...

 

Akşam Emre'den mesaj gelmişti; ablamdan ayrılınca gittim yanına. Aylin ve Emre Engür, Bestekar Sokak'taki şeker mi şeker "Cafe LinS"in kurucuları, göğüslerine "bizi ısırmayın" yazılması gereken ikiz bebeklerin de anne - babası.

 

Jethro Tull konserinde Emre'yle yan yana oturuyorduk. O güzelim kemancı Lucia Micarelli, Led Zeppelin'in Kashmir'ini çalmaya başladığında, öyle bir havaya sıçramıştı ki - daha yeni yere inebilmiş, iner inmez de mesaj çekmişti.

 

Madagaskar'daki sıtmadan, Fas çöllerinde kaldıkları çadıra, başlamıştık konuşmaya. Şu ikizler azıcık büyüseydi de bütün Orta Amerika'yı boktan otobüslerle bir geçebilseydik. Konu döndü dolaştı, Büyük Sahra Çölü’ndeki akasyadan, Beypazarı yolundaki menengice - yani Yalnız Ağaç'a geldi.

 

Bayramın son günü bisikletim Kalender ile yanına gitmeli, Kalender'i ağacımla tanıştırmalıydım. Ama o dik, o kaygan tepeye kendim zor çıkabilirken, bir de Kalender'i nasıl çıkaracaktım? Olsun; bisikletle Eskişehir'e gitmemiş miydim; şimdi de hele bir yola çıkacak - gerisine oracıkta bakacaktım.

 

Ertesi sabah arabamın arkasına Kalender'i asmış, çantama Menengiç Oğlan için kıpkırmızı bir elma ile Emre'nin selamını atmış, Beypazarı yollarındaydım. Yanımdan geçenlere bakarken sanki bir Emir Kusturica filminin içinde yaşamaktaydım.

 

Derken Beypazarı girişindeki benzincide atıma atladım; artık Kalender'in eğerindeydim. Yanıma motosikletli bir grup gelmişti; daha önce bizim Yalnız Ağaç tefrikasını okumuşlar, beni oradan tanımışlardı. Bir hatıra fotoğrafı çektirip pedallara basmaya başlamıştım. Rampadan aşağı inerken kollarımı iki yana açıyor, yol boş olunca avazım çıktığı kadar bağırıyordum.

 

Derken radarı yakalayacak;

az ötede ise radara yakalananları durduran polis beni de durduracak,

"nereye gittiğimi" sorunca, çok sıcak, çok komik bir sohbet yapacaktık.

 

Bu sıcak Ekim günü öğleninde, Gelin Kayası'nın eteklerine varmış, yoldan çıkmış, kum tarlalarına dalmıştım. Artık bisikletten inmiş, bata çıka Yalnız Ağaç'ıma yaklaşmaktaydım. Umarım Kalender'i Ayaş'a kadar aşağıya yuvarlanmadan tepeye taşıyabilecek, iki sevgili dostumu tanıştırabilecektim.

 

Az sonra tatlı eğim bitip, müthiş dik eğim ve ayakta durmanın bile çok zor olduğu buz gibi kaygan zemine gelince, aynı kayak yaparken "yamaç kayar" gibi yatay yatay, ufak ufak, bazen de kar sapanı yapar gibi on dakikada belki bir metre yükselebilerek, Kalender'i, sırtımdaki gülle gibi çantayı ve belimdeki fotoğraf makinesi çantasını yukarıya taşımaya başlayacaktım.

 

Biz daha önce bu dik eğimden Bilge Mehmet Ertüzün ile birlikte Menengiç Oğlan için gelin Akasya Hanım'ı yukarıya taşımıştık; ama belde ve sırtta çantalar, bir elimle de hep ön frenini sıktığım bir bisikletle her an aşağılara kayarken resmen canım çıkmıştı. Ter sel olmuş aşağılara akarken, Kalender'i yatırıp yere sırt üstü serildim - pes etmiştim - yapamayacaktım.

 

Kilitlememe gerek yoktu;

böyle acayip eğimli bir tepede, kim çalabilirdi ki onu, zaten tırmanarak gelip çalacak adama da "helal olsun"du.

 

Ardımda boynu bükük dostum, kan ter içinde tırmanmaya devam ettim - bir süre sonra Yalnız Ağaç'ıma kavuşmuştum.

Ne kadar zengindim - bir ıssız tepede bir ağacım vardı; istediğim kadar sarılabilir, gözlerim açık - yanında sırtüstü bin bir düşe dalabilirdim.

 

Hemen dibine elmasını koydum, ben gittikten sonra yavaş yavaş yerdi onu. Emre'nin selamını söylemeyi de unutmadım.

 

Biz Akasya Hanım'ı gelin getirmiş, Menengiç Oğlan bir yuva kursun isterken, bir kuş Menengiç Oğlan'da yuva kurmuştu bile.

Kim bilir Menengiç Oğlan, minik yumurtalar çatladığında, dallarını hiç sarsmadan sert rüzgarlara nasıl direnmişti şefkatle?

 

Sonra,

sonra tabii ki dayanamadım;

 

içinde cüzdanım, telefonum, kartlarım, anahtarlarım bulunan çantalarımı da, fotoğraf makinemi de, termostaki çayımı da,

her şeyi Menengiç Oğlan'a emanet edip,

yine kayakta slalom yapar gibi indim aşağılara,

vardım yerde mahzun yatan Kalender'imin yanına.

 

Sanki kar kapamış yollarda sırtımda hasta taşır gibi aldım onu sırtıma,

başladım adım adım, - beş ileri, üç geri - santim santim  yukarılara, ağacıma tırmanmaya.

 

Her emeğin mutlaka bir ödülü vardır, farkında olunmasa da.

Az sonra çok mutlu olarak farkına vardığım bir ödül duruyordu karşımda:

Menengiç Oğlan hayatında ilk ve son defa bir bisiklet görüyor;

uğultulu tepelerde Kalender de ilk defa gerçek anlamda bir "dağ bisikleti" oluyordu.

 

O anda, orada termosumdaki çayın verdiği keyfi, sırtüstü yattığım toprağın sıcaklığını,

dostların arasında rüzgarın senfonisinin güzelliğini anlatabilmem çok zor.

 

Daha sonra ayrılık vakti geldiğinde kalanın yolcu ardından değil,

yolcunun ev sahibine su döküşü geldi.

 

Kalender'le bir aşağı inişimiz vardı ki;

onu da on sekiz yaşından küçük çocuklar yattıktan sonra anlatabileceğim.

 

** ** **

 

İki botlu ve iki tekerli vefakar dostlar önce kumlu tarlalarda,

ardından yine vızır vızır asfaltta - Beypazarı'na dönüyordu.

 

Ancak yürüyenlerin, ya da bisikletlilerin görebileceği,

yani onlardan başka kimselerin göremeyeceği,

yol kenarındaki minicik çiçeklerin yanından geçerlerken gün bitiyordu.

 

Kramp bile girse bacaklarına, yorgun düş hekimi sürekli pedal basıyordu;

 

çünkü basit bir düşün, zahmet edilmiş bir günün ödülü -

"Taş Mektep'de enfes bir Güveç ziyafeti" onu bekliyordu...

 

düş hekimi yalçın ergir     25 ekim 2006      http://www.ergir.com

 

tüm yalnızlara...

 

ve 26 ekim sabahı, güzel bir rastlantı:

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/5319146.asp?yazarid=4&gid=61

 

konuşuruz;

gelin de getiririz,

elma da götürürüz...