YAŞAMDA (herhangi) BİR GECE
Saat 3'e geliyordu; gecenin bir yarısında, fotoğrafların arasında kaybolmuş, uyumayı unutmuştum.
Bir yandan imza günümün yazısını yazıyor; bir yandan da boş yollarda Ezginin Günlüğü’nü dinleyerek, kumaşı yaran bir makas gibi gecenin derinliklerine ilerlemenin hayalini kuruyordum.
Bu düşüncenin büyüsü sarmalayınca ruhumu, yazının sonuna: “Sahurda Polatlı’ya çorba içmeye gelen?” satırını koyuyor; kendimi bomboş Bülten Sokak’ta buluyordum.
Yazarlar vardı; “-malı...”larla doluydu satırları, “-meli...”lerle geçiyordu hayatları. Aslında ne malı'yorlar, ne meli'yorlar; oturdukları yerden bizi kandırıyorlardı. Toprağı saksıda bile görmeyenin satırlarında okuyordum “sırta çanta atmayı; toprak yollardan geçip, diyarlar tanımayı”.
Mutfak, koridorun sonundaydı ama bilirsin işte; Polatlı daha yakın, camları buğulu - cana yakın bir salaş lokantanın çorbası daha sıcaktı.
Orhan Veli gibi, içime gene yolculuk düşmüştü; aklımda eski yolculuklar, atlayıp bisikletle Eskişehir’e gittiğim yollar, kulağımda Ezginin Günlüğü’nün “Kumru” ezgisi, ben düne, gece güne hamileydi.
Yıldızlı yıldızlı gecede; yıldızlı yıldızlı gece de, doğdu doğacak güneş de benimdi.
Bu milyonların preslendiği şehirde, bir tek ben mi böyle düşünüyordum; bir tek bana mı keyif veriyordu gecenin bir vakti böyle yollara düşmek, çorbayı kaşıksız - çıtır ekmekle bitirip, “çayınız var mı?” demek?
Neden, sahibi derin uykulardaki ışıl ışıl kavun sergisinin fotoğrafını bir tek ben çekiyordum; neden aracını sağa çekip “ne kavunlar kesmiş” bıçağı inceleyen bir başkasına: “Siz de mi Polatlı’ya çorba içmeye?” diyemiyordum?
Küçükken uyumam gereken – uyumasam bile yatakta bulunmam gereken saatler vardı ve ben iple çekiyordum büyümeyi; istediğim saatte uyuyup, istediğim saatte gezebilmeyi.
Ya şimdi; bir ben mi büyümüştüm koca şehirde, yoksa bir ben mi büyüyememiştim kocamışlar şehrinde?
İşte Polatlı’da,
yol kenarındaki “Şoförler Cemiyet Lokantası”ndaydım;
on beş dakika kalmıştı sahura – daha çay içecektim. Gelmesiyle hiç kaşık kullanmadan bitmesi bir olmuştu mercimek çorbasının.
Camlardaki buğu beni o kadar eskilere götürüyordu ki; geriye dönen değil, geçmişe giden bir zaman yolcusuydum. Televizyonda eski bir Türk filmi oynuyordu – kendimi sanki filmin içinde, camları buğulu bir lokantada çay içerken görüyordum.
Ergin Doğan ve Üçler Balcı’yla sohbet ediyor; “evet, yazın gerçekten bisikletle geldiğimi ama o bahsettikleri sakallı bisikletlinin ben olmadığımı” anlatıyordum.
Bir türlü çayın parasını veremiyordum – almıyorlardı bu ticarethanede. Bu buruk saygıyı Suluhan’da çay içtikten sonra bahşiş kabul etmeyen garsonda da yaşamıştım. Ben de gidip arabadan tarhana çorbamı, yani arka koltukta yapayalnız oturan son kitabım “Yalnız Ağaç”ı getirip veriyordum.
Yılın bir gününde, günün ya da gecenin bir saatinde yeniden görüşebilme dileğiyle vedalaşıyor, sağıma incecik ay, bir doğuma yetişebilme telaşıyla doğuya doğru yola koyuluyordum.
Demek Temelli’deki radar kontrolü de, Sultiyegah'ın saltanatı da saat beşte başlıyordu; demek gönülle yapılan işte, uyku elini uzatmıyordu.
Bu sabahki “gökyüzünü maviye boyama” işi benimdi. Boya 05:55’te kuruyor, mavi göğe el değebilince, bir doğum günü pastasını üfler gibi tek üfleyişte şehrin bütün sokak lambalarını söndürüyordum.
Üşenmemiştim; yatmamış, gecenin peşine takılmış, kırk akıllının içime attığı bir yolculuğu, tek deli çıkarmıştım.
"Tembel" şarkısının: “Nasılsa milyonlarca yıl yatacaksın toprakta...” diye giden sözlerini mırıldanırken, bir millet olmasa bile, koca bir şehir uyanıyor;
şarkıma sokaktaki kumrunun sesi, kumrunun sesine de, "Doğan Güneş'in Evi"ni, yani karşıdaki Hüseyin Gazi Tepesi’ni aşmış, saçları alevden bir bebeğin sessizliği karışıyordu...
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com (baştaki "imza günü" yazısı: http://www.ergir.com/bir_imza_gunu.htm )
& yılların ardnda; Yaşamda (herhangi) Bir Öğleden Sonra http://www.ergir.com/2014/yasamda_bir_ogledensonra.htm
|