(fonda çalan midi: streets of philadelphia)

 

 

 

YOLDA ÜÇ KİŞİ

 

- Bunu babanın mezarına dik!...

 

Şayan Teyzem elma çekirdeğini toprağa gömmüş ve topraktan bir filiz çıkmıştı. Görevim ağırdı, onu götürüp dikecek, bir mezara "can suyu" dökecektim.

 

Bu yolculuğun bir büyüsü olmalı, şehrin öteki ucuna yürüyerek varmalıydım.

 

Sırt çantamda küçük küreğim, iki elmam, torbada taze fidanım, şehrin sokaklarında ilerliyordum. O sırada kendimi Streets of Philadelphia klibinde, şehrin varoşlarında serseri serseri ilerleyen Bruce Springsteen gibi hissediyordum.

 

Zafer'le telefonda konuşmuştum; bu yürüyüşe o da katılmak istiyordu. İstanbul Yolu 7. kilometreye varınca o da benimle gelecekti.

 

Genel Kurmay, Neyzen Tevfik Sokak derken Maltepe'ye varıyordum. Herkes bu perşembe günü işinde gücündeydi, ben ise bu yolu, bu yürüyüşü, bu günü satın alıyordum.

 

Kulağımdan büyük dolaşımıma basit ama dayanılmaz akorlar karışıyordu; ne kadar muhteşemdi Everlong şarkısının akustik versiyonu. Bu şarkı ancak gözler kapalı yürürken dinlenebilirdi, ben de cadde geçmezken gözlerimi kapıyordum. Sanıyorum elimle gitar çalıyormuş gibi de yapıyor, "şimdi bir hastamın annesi görse ne der?" diye düşünemiyordum.

 

Bir zamanlar gözlerim kapalı üç tekerlekli bisikletimle uçarak indiğim yokuştan aşağıya yürüyordum. "Mahalle" yazımda, o çok korktuğum, o hakkında türlü şeyler söylenen garip adamın evinin önünden geçerken karşı kaldırıma geçiyor, korka korka evin fotoğrafını çekiyordum.

 

Atatürk Lisesi'nin arkasında, çizgilerin dışında, çok güzel bir beynin işyeri vardı: Harun'u arıyordum.

Az sonra "yolun sonu"na giden yolculuğa Harun'la devam ediyordum.

 

Aslında ikimizin de dağ gibi işi gücü vardı; ama Sıhhiye'den demiryollarına atlamış, okulu kırmış iki çocuk gibi konuşa konuşa raylar boyunca ilerliyorduk.

 

On sene sonra bu yapmayıverdiğimiz çok önemli işleri mi,

yoksa demiryolları boyunca, bu nefes nefese sohbeti mi anımsayacaktık?

 

Yanıtını biliyor, ara sıra "tren geliyor mu?" diye arkamıza baka baka rayların üzerinde cambazlık yapıyorduk. İleride, büyüyüp iki kerli ferli herif olarak bilmem ne kafesinde buluştuğumuzda, acaba bu yolu, Marşandiz İstasyonu'nu, pencereleri teneke saksılı sıcacık istasyon evlerini mi, yoksa borsa endeksini mi konuşacaktık?

 

Demiryolu taşlarında yürümek, asfaltta yürümekten çok daha zordu, ama bunu bir ödül olarak görüyor, bir yandan yarınki gazete haberlerinde "bir ortodontist, bir elektronikçi, Sincan Treni'nin altında kaldı, soruşturma sürüyor" haberini kurguluyor, cenazemizde dayanamayıp gülenler olabileceğine gülüyorduk.

 

Atatürk Orman Çiftliği'ne gelmiş, asfalta çıkıp, Hayvanat Bahçesi boyunca İstanbul Yolu'na yöneliyorduk. Harun'a sevgili Sabahattin'in bana anlattığı "Aslan Efe"nin öyküsünü anlatıyordum:

 

Dedesi (ya da babası) minicik bir yavruyken, kardeşiyle birlikte delik bir bavulun içinde Tanzanya'dan, Ankara'daki bir elektrik mühendisine getirilmişlerdi.

 

Önce evde bakılıyorlardı ama azıcık büyüyüp koltuk döşemelerini yırtmaya başladıklarında Susuz'daki şantiyeye götürülmüşlerdi.

 

Yavrulardan teki yıkandıktan sonra hastalanıp ölmüş, diğer yavru şantiyenin maskotu olmuştu.

 

Derken bir akşam sahibine haber salınmıştı. Yavru aslan yerinde yoktu. Hemen arkasından, Susuz'da metruk bir evin ellerinde çifteleri, köpekleriyle köylüler tarafından sarıldığı - metruk evde "bir canavar" olduğu haberi gelmişti.

 

Uçarak kuşatılan eve varmış, "sakın vurmayın" diye bağırarak kimsenin giremediği eve dalmış,

karanlıkta pırıl pırıl parlayan bir çift gözle karşılaşmıştı.

 

Onu kucağına alıp dışarı çıktığında herkes rahat bir nefes almış, bu sefer de meraklı sorular başlamıştı.

 

Şantiyedeki deri çantaların parçalanmaya başlandığı günlerin birinde, büyümekte olan aslan kapının dibinde uyuklarken önünden bir kedi geçmişti. Kimse n'olduğunu anlayamadan aslan yay gibi fırlamış, kedinin kuyruğunu ağzından çıkarmışlardı.

 

Artık Hayvanat Bahçesi'ne teslim etme zamanının geldiği de böylelikle anlaşılmıştı.

 

İşte güzelim Efe, o aslanın ya yavrusu, ya da torunuydu.

 

Tarihi köprünün üzeriden geçerken ilkokulda bizi otobüslerle Hayvanat Bahçesi'ne getirişlerini, o zaman da bu köprüye hayran kalışımı anımsıyor, altından çoook sular geçse de bazı duyguların değişmez olduğunu düşünüyordum.

 

İşini gücünü bırakmış Zafer de katılıyordu bize

ve sırtımda geleceğin koca elma ağacının yanındaki elmaları paylaşarak,

bir "murahhas azalar ile şirkette muayyen iş ve vazife deruhte eden idare meclisi azaları toplantısı"nda asla konuşulmayacakları konuşarak yol alıyorduk.

 

** ** **

 

Şimdi akşam oldu; herkes evine gitti.

 

Kimimizin dizisi başladı, kimimizin dizi şişti.

 

Belki de hiç gelmeyecek "daldaki yarın" fena ödenecek bedeli;

ama "eldeki bugün"e değmez miydi?...

 

düş hekimi yalçın ergir   http://www.ergir.com

 

Streets of Philadelphia / Bruce Springsteen:

(eller cepte, dudakta ıslık bir şehri dolaşabilmek,

hangi servet beyannamesinde yazabilir ki?)

http://www.youtube.com/watch?v=9L9_8vwx2w8

 

Everlong / Foo Fighters (akustik - Dave Grohl)

(ilk dinlemeyi gözünüz açık,

sonraki doksan dokuz dinlemeyi gözünüz kapalı yapabilirsiniz):

http://www.youtube.com/watch?v=PGQAfolOJUI

sözlerinden:

nefes ver ki soluyayım;

seni içimde tutayım…