fonda çalan parça:

Arkadaşlar Ayrılıklar

beste: Selim Atakan

Yeni Türkü / "Yeşilmişik"

 

 

YOLDA(İ)Kİ KİŞİ

  

 

- Senin neyin var Yalçın; neşeni düşürmüş gibisin? Yarın Esenboğa’dan Ankara’ya yürümeye ne dersin?

 

- Peki Yalçın; ama hava 38 derece olacak, sakız gibi asfalta yapışabiliriz, bilesin.

 

- Olsun; ama istersen ana dili Rusça olan bir tatil köyüne gidelim. Klimalı odamızdan çıkıp, denizin dibindeki deniz renkli havuza girelim. Açık büfeden yiyelim, yiyelim, yiyelim. Sonra hep birlikte animasyonu izleyip anime olalım. Yemeğe, içmeye, eğlenmeğe, anlıyor musun beni, çılgınca eğlenmeye devam edelim.

 

- Yalçın; yarın biz Esenboğa’ya gidelim…

 

** ** **

 

Esenboğa; yani Veyis Han oğlu Esen-Buğa.

 

Havaş otobüsünden iniyoruz, alev gibi hava yüzümüze vuruyor; Ankara’dan otuz iki kilometre ötedeyiz ve kavurucu sıcakta Yalçın’la birlikte yürüyeceğiz.

 

Ne şehrin, ne de arzın merkezine bu yolculuk;

ruhun derinliklerine otuz iki milyon kilometrelik bir iç seferdeyiz.

 

- Biliyor musun, yollar yalan söylemez Yalçın ve asla üzmez. Bu yüzden kara toprak gibi sadık yârdır yollar – yürümekle de tükenmez. Şimdi huzurla uzanmak geliyor içimden şu karayoluna.

 

- Ama yalan söylemeyen ve asla üzmeyen insanlar da var be Yalçın; neden onlara haksızlık ediyorsun?

 

- Öyle ama, gönlün bir matematiği yok işte. Kimi zaman seni en çok üzen, bunu bilse de devam eden çıkar karmaşık denklemin en sonunda, noktanın hemen solunda.

 

- Peki, ne yapmalı sence bu durumda?

 

- Uygulanamayacak kadar basit yanıtı. “Bir şey seni mutlu ediyorsa o kadar da kötü olamaz” diye bir söz varsa, “birisi senin mutsuzluğuna göz yumuyorsa, o kadar da iyi olamaz” diye de olmalı.

 

- Ne büyük yoksulluk gözlerin kapalı sevememek, yaşamın tüm iplerini gönülle teslim edememek. Özgürlükten bir gömlek üstünü de bu tutsaklık olsa gerek.

 

- Doğru; bu arada artık ne hava sıcak geliyor, ne de kilometreler büyüyor gözümde. Baksana konuşurken Sarayköy’ü geçmişiz bile.

 

- Bir de mutsuzluk ve üzüntü farklıdır Yalçın. Mutsuzluk, bulaşıcı da olan bir kalıtsal hastalıktır. Oysa üzüntü, aşk gibi sonradan gelip bulur insanı. Hiç kimse sürekli üzüntüyle ya da aşkla yaşayamaz, er veya geç azalır sonunda. Ama ne yazık ki mutlaka bir iz de bırakır ardında. Olgunluk da bu izlerin bileşkesi, bir armağanıdır insana.

 

- Şuradan çivi gibi bir kola içsek şimdi...

 

- Peki; içeri dalıp dolabın hemen başında içivereceğiz değil mi?

 

- Evet; çünkü belki paramız çıkmaz, içemeyebiliriz sonra. Hele bir içelim, gerisi artık ne olursa.

 

- Şehirdeki su kesintisine ne diyorsun?

 

- Asıl “şehirde daha önce su olmasına” ne diyorsun? Farkında mıydın elinin altında hep su olduğunda, dilediğinde duş alıp, maşrapasız dişlerini fırçaladığında? İlla suyun tükenmesi mi gerekir, kıymetini bilmen için; illa yitirmek mi gerekir, değil Kızılırmak’tan, Amazon’dan bile gelse yerini tutamayacağını öğrenmen için?

 

- Bu arada yoldaki kelebeği de, mihrabı yıkılmış ama yerinde duran minareyi de gördün sanırım.

 

- Görmez miyim; tam tepemizde sanki üstümüze pisleyecek gibi alçalmış uçağı da gördüm. O uçaktakiler ya da yanımızdan uçarak geçenler acaba görebildi mi göstergelerden başka bir şeyi?

 

- Öylesine soruyorum; neden bir tek biz yürüyoruz bu yolda?

 

- Çünkü bu parmak izi gibi bizim normalimiz, bir nehir gibi kendi yatağımızda akıp gidişimiz ve bu yalnızlık, aklımıza ruhumuzdan geçenleri getirenimiz.

Budur, bu müthiş lambanın aydınlığında, yollardaki keyfimiz.

 

Unutma, güneşin bittiği yerde karanlık başlar.

 

Bir ışık açmadan ışık kapatanlar,

ya başkalarının ışığıyla aydınlanır,

ya da karanlıkta kalırlar.

 

- Aslında biliyorum; hep yolda olmak gerektiğini; ayağımıza gelmeyeceklere gitmeyi. Geçen gün bozuk fermuar gibi ilişkilerden bahsediyordun?

 

- Evet, bazı insanların ilişkisi bozuk fermuar gibi. Ya bir türlü bir araya gelemiyor, ya da gelse bile bir arada kalamıyorlar. Böyle durumlarda bin defa fermuarı yukarı çekmektense önün açık dolaşmak daha iyi.

 

- Doğru; aynı “mutlu bir yalnızlık mutsuz bir beraberlikten daha iyidir” yasasındaki gibi.

 

- Yalnız değiliz, bak karşıdan yaşlı bir çift geliyor; ne işleri var bunların bu sıcakta bu yolda.

 

- Aslında ne işleri var genç teklerin bu tek kullanımlık yaşamda, o yassı ekranların karşısında?

 

Bak güneşin alevden saçları takılmış otlara,

kim bilir hangi iki kişi yürüyor şu anda Ay’da,

tepelerinde cayır cayır yanarken Dünya?

 

- Bu yolu benimle paylaşmaktan mutlu musun?

 

- Hem de çok; sen beni değiştirmeye, adam etmeye çalışmıyorsun, ama kendimi fark etmeme yardımcı oluyorsun.

 

- Kimisiyle üç dakika sürer otuz iki kilometre, kimisiyle ise bir ömür. Yolun uzunluğu, birlikte yürüdüğüne göre değişir,

yorgunluk, sıcak, susama, acıkma bile yanındakiyle ilgilidir.

 

Hasköy’e vardığımızda “ben yoruldum, sen devam et” diyebilirsin, o zaman da yaslarız sırtımızı bir ağaca, oturarak devam ederiz bu yolculuğa.

 

Sarıp sarmalayan bir şarkı sözü var “nereden geldiğin önemli değil, bana geldiğin sürece” diye;

bence “nereye gittiğin de önemli değil, benimle gittiğin sürece”.

 

Salı günü, ister bir yalnız ağacın dibinde oturalım Hasköy’de,

istersen de Daday’ın ormanlarından Azdavay’a yürüyelim birlikte.

 

- Yalçın ya; güneş enerjili otomobiller gibi, gönül enerjili insanlarız; gittikçe hızlanıyoruz güneş ısıttıkça, paylaştıklarımız arttıkça. Bu küresel ısınma, bir zamanlar serpmeyle levrek avlanan Çubuk Çayı’nı kurutsa da, yüreklerdeki buzul devrinden daha iyi galiba.

 

- Canım çubuk kraker, yanında da çay çekti sen öyle deyince.

 

- Acıkmadan yemenin, susamadan içmenin,

ayrılmadan kavuşmanın anlamı ne?

 

Sabret;

yarı yola geldik bile,

bir buçuk dakika kaldı yavaş yavaş doyacağımız paha biçilmez ziyafete…

 

düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com

13 ağustos 2007