18 Eylül 2010'da bu yazıyı tekrar okuyup da aşağıdaki notları eklememek olmazdı.

 

Mezun olduktan sonra herkes kendi telaşına düşmüş, uzun bir süre görüşememiştik. Zafer bir gün kızının ortodontik tedavisi için randevu almıştı. 17:30'da geleceğini biliyordum ve ona sürprizimi hazırlamıştım. Lisedeyken bana verdiği aşağıdaki vesikalık fotoğrafını büyütüp, üzerine de kocaman "GİREMEZ" yazdığım bir afişi giriş kapısına asmıştım -

artık babasının elinden tutup bir doktora götürdüğü küçük bir kızın kapıda gördüğü afiş sonrasındaki sorularına hazırdım.

 

Küçük kızının daha sonra başladığımız tedavisi sırasında Zafer otomobilini park edebilmişse içeride bekliyor, işlem bittikten sonra, yan odada kravatların parçalandığı müthiş bir güreş başlıyordu. İkimizin de yüzü kıpppkırmızıyken ve yaka paça dağılmışken "Gelebilirsiniz..." diye ondan sonraki randevulu hastamı alıyordum.

 

Kimi randevuda Zafer park yeri bulamamışsa dışarıda arabasında bekliyordu. O sırada içeride,

bir yandan teli değişirken, bir yandan da kızına "güya":

babası arabada beklerken arkasına bir ambulansın yaklaştığı,

iki adamın Zafer'i arabadan çıkartıp kollarına girerek götürmeye başladıkları,

Zafer'in neşe içinde:

- Nereye gidiyoruz??  diye sorduğu,

koluna giren adamların çok şeker bir sesle:

- Attağ'a gidiyoruz...  dedikleri...         gibi öyküler uyduruluuup duruyordu.

 

** ** **

işte 2006'daki ve daha eski satırlarla,

sonsuza kadar sevgili dostum Zafer'in Yazgısı:

 

 

 

ZAFER'İN YAZGISI

 

Lisedeydi;

 

Zafer Macit ciddi, çalışkan bir öğrenciydi. Bütün kurallara uyar, derslerini muntazam çalışır, öğretmenlerini büyük bir saygıyla dinlerdi.

 

Günlerden bir gün, öğretmenleri yan yana oturan ve artık yaramazlıklarıyla başa çıkamadığı iki öğrencisi Hamdi ve Yalçın’ı ayırmaya karar vermişti.

 

Zafer’in yeni sıra arkadaşı artık Yalçın’dı ve kabus dolu günleri başlamıştı.

 

** ** **

 

Yalçın dersin tam ortasında Zafer’in kalemini, silgisini yere atıyor, Zafer de almak için eğildiğinde ensesinden bir el bastırıyor; kıpkırmızı yüzü, damarları çıkmış boynuyla dersin sonuna kadar sıranın altına iki büklüm eğilmiş olarak kalıyordu.

 

Dersten sonra yumruklar konuşuyor, paramparça olan üstüyle evine gittiğinde azar işitiyordu.

 

Zafer'in velisi olarak okula giden Haluk Ağabey'i, öğretmenlerinin Yalçın’ın babasına:

 

- Sınıfın en uslu çocuğunun yanına oturttum, şimdi birlikte azıyorlar...      diye çaresiz yakınışını dinliyordu.

 

Bu arada Zafer “kopya”yla tanışmıştı. Bazen sınavda önündeki kağıt uçup, gidiyor; alnı boncuk boncuk terliyordu.

 

Notları düşmüş, ağzı bozulmuştu. O çalışkan, o naif çocuk metamorfoza uğramış, artık “Ayı Zafer” olmuştu. Teneffüslerde tanınmaz hale geliyor, Yalçın’ı yakalayabilirse Camoka Danyal Topatan'ın Karaoğlan'a yaptığı gibi kaburgalarını çatırdatıyordu.

 

Kendini kaybetmiş, düğmeleri kopmuş, gözleri kan çanağına dönmüş Zafer’in elinden Yalçın’ı bir tek, çığlık çığlığa yetişen Melek Abla'sı kurtarabiliyordu. Daha sonrasında Zafer’i evde anneye şikayet ve “en hafifinden” feci bir azar bekliyordu.

 

** ** **

 

Ve bir gün Zafer kurtuluyordu; mezun olmuştu.

 

Yalçın düşleri gibi eğri dişlerle uğraşırken, o rahat rahat elektroniğini okumuştu.

 

Ama artık huzuru bulduğunu sansa da yanılıyordu. Bazı çileler “yaşam boyluk”tu ve Yalçın gelip kendisini ininde buluyordu. Kendisine ithafen yazdığı “Zafer’e Mektup”, kitabevi raflarındaki bir kitabın sayfalarında yer alıyordu.

 

** ** **

Bir başka milenyumdu;

Zafer her sabah tıraşını oluyor, titiz bir şekilde kravatını bağlayıp,

çocuklarına nasihat edip, ciddi iş aleminin yolunu tutuyordu.

 

Ama hayat tatlı olduğu kadar acı sürprizlerle de doluydu

ve insan kimi zaman kendisini renkli grafiklerin, lazer işaretleyicilerin,

sözleşme hükümlerinin bol rakamlı dünyasında bulacağını umarken;

 

değil “yok” dedirtmek,

“hayırdır inşallah” bile diyemeden masasından kopartılmış,

inebilse öldüresiye döveceği bir serserinin arkasında,

bir sürat rekoru denemesinin başında,

kasksız otururken bulabiliyordu...

 

düş hekimi yalçın ergir    03.07.2006      http://www.ergir.com

 

** ** **

 

"Düş Hekimi – 2" Kitabı’ndaki, “Zafer’e Mektup”

23.04.1991

 

Sevgili Zafer,

 

“L’ours” (Ayı) filmini seyrettikten sonra içimden sana bir şeyler yazmak geldi.

 

Sevgili Zafer; geçirdiğim hastalıktan sonra yaşamın esasında bazı yüce ideallerle dolu olması gerektiğini anladım. Bundan böyle tüm yaşamımı bu ideallere ayıracağım.

 

1- AIDS’in kökünü kazıyacağım

2- Dünyada çevre kirliliğine son vereceğim

3- Seni adam edeceğim

 

Tabii ki bu basamakları ağır ağır çıkacağım. 3. basamağı da başarırsam, artık huzur içinde ruhumu Allah’a teslim edeceğim. Yani anlayacağın; ben tam huzura kavuşamadan öleceğim.

 

Sana gelince; senin önünde hiçbir basamak yok, hatta çukur var. Bu çukurun ne ile dolu olduğunu söylemeye terbiyem müsaade etmiyor. Bu hendeği atlaman çoooook zor ama. (Sana işte hendek, işte Zafer demiyorum, dikkatini çekerim - Bahçelievler Hali’ne dün iyi armut geldi; haberin olsun)

 

Zafer’ciğim, senin cennetlik olduğunu garanti ederim

 

(  resmi damga   -   tarih   -   kaşe      imza  )

 

1. şahit: S. Hüseyin   2. şahit: D. Pedro   3. şahit: A. Veysel

 

Çünkü sen bu hayatı hiçbir şeyin farkına varmadan; ama çevrendekilerin çoooook derinden hissettiği bir biçimde yaşadın. Yaptığın hiçbir şeyden mesul olmayacağının ceza kanunlarında maddesi bile var. Ama şunu da bilmeni isterim; ben de cennetliğim. Çünkü ben de bu hayatı seninle aynı zaman diliminde -hatta bir ara yanı başında, hem de her şeyin acı bir şekilde farkında olarak yaşadım.

 

Yılmadım !  Seni esirgedim, kopya verdim, ilaç verdim; gün oldu dayak attım, gün oldu okşadım. Çok zamanlar; o eşşegin bir an önce sudan gelmesi için dua ettin...... evet yılmadım !

 

Gizli bir el gibi iş hayatını idare ettim, ama 35 sene de hep acı çektim. İşin kötüsü, ben senin nereye gideceğini anladıktan sonra artık cennete mennete de gitmek istemiyorum; hatta mümkünse cehennemin dibine gitmek istiyorum. Artık huzur arıyorum.

 

Sana bir şey itiraf etmek istiyorum; ben bugüne kadar satrançta sana hep mahsus yenildim. Sen “Holstein” bakışlarınla benim şahımı dikizlerken; ben de senin kulaklarını, burnunu hatta kıllarını izliyor; öyle sana matlık pozisyonlar yaratıyordum. Emin ol hiçbir mat sevincini, Moskova Devlet Sirki bile bu kadar başarıyla sergileyememiştir. O sevinç ki; çevremde en az 3 - 4 kişinin 5 - 6 saat daha kazasız belasız yaşamasını sağlıyordu; o da bana yetiyordu.

 

Ama Zafer’cigim, son sözüm şu:

ya seni güdeceğim, ya da bu diyardan s......p gideceğim.

 

Doktorun – Hamin

Yunus Yalçın Ergir

Kardeş Yazılar:

http://ergir.com/saatli/000822sevgili_ogretmenim.htm

("düş hekimi - 2" kitabından)

 

http://www.ergir.com/elli_kurus.htm

("düş hekimi - 5" kitabından)

 

"Hamdi"li yazılar:

http://www.ergir.com/manifesto_s.htm

("düş hekimi - 4" kitabından)

 

http://www.ergir.com/sisedeki_sarki.htm

(yayınlanmamış)